“Kim gerçek yabancı, bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?”
Uzun zaman önce Elif Şafak, Araf adlı romanında bu soruyu sorduğunda, olası cevapları geniş zamanlara yayarak düşünmeye başlamıştım. Bu başlangıçtı sadece. Kesin bir cevabım olmasının vereceği rahatlığı henüz elde etmiş değilim. Bu sessizlik, aklımla ve gönlümle içine düştüğüm yolculuğun başka bir durağında şimdi…
Bizi hasret duyduğumuz bazı yazar ve eserleriyle buluşturmaya devam eden Siren Yayınları’nın, 2009’da yazara Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran, Herta Müller’in Çağlar Tanyeri çevirisi ile bastığı Tek Bacaklı Yolcu, kendi yaşamının da izdüşümü olarak okuma listelerimizde yerini buldu.
Her ne kadar Rumen asıllı Alman yazar, eserlerinde Romanya’daki diktatör rejime muhalif ve şiirsel yoğunluğu olmasına karşın nesir tarzı yazımı ile Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olsa da Tek Bacaklı Yolcu bu yoğunluğun naifliğine sahip bir metin değildir.
Rumen gizli servisi “Securitate” için muhbirlik yapma teklifini reddedince artık yaşamını sürdürme imkânının kalmadığı Romanya’dan ayrılıp Almanya’ya yerleşen Müller, romanında “yabancı” olmayı çok katmanlı haliyle yeni baştan tarif eder. Biz zorluklara sahip bu metnin, girmeyi başarabildiğimiz her satırının aralarında özümüzde unutulup kalmış bazı kör noktalara aydınlanırız. Kendine bir tarif bulmakta zorlanan, ama en azından ne şekilde tarifin imkânsız olduğunu idrak ederek yola çıkan eli bagajlı bir yolcudur İrene. Yaşadığımız dünyada belki de hiç olmayan birinin duyarlılığı ile birbirine yatay sınırların incelmiş yerlerinden giriş yaparak mümkün kılınan hayatları seyreder. “Yasaklanmış yakınlıklar” başlar İrene için. Yaşadığı -bizim anladığımız üzere- Karadeniz’e kıyısı olan ve herkesin her an balık yiyebildiği bir kasabada tatil için bulunan bir alman öğrenciye, Franz’a âşık olur, tam da o sırada Almanya’ya iltica ve pasaport bekleyişi onu sabırsız kılarken karşısına beklenmedik biçimde dikiliveren bu aşk, hayata başka türlü tutunmanın perdesini aralar. Ancak bazen yeni umutlar bir “kafa karışıklığından” fazlasını vadetmez. Kasabada yalnızca yabancılar için deniz manzaralı oteller vardır. “İrene’nin oralara girmesi yasaktı.” (s. 14) Franz Almanya’ya, yaşadığı kent Marburg’a döndükten sonra İrene ona bir kartpostal gönderir. Telefon memuresi balık yerken İrene yüksek sesle:
“Uzaklara bakan bir oda” der. (s. 17) Aslında Marburg’dur o oda, Almanya, Franz ve dünya üzerinde gerçek manada gidemediği herhangi bir yer…
Havaalanında konuştukları gibi Franz değil, arkadaşı Stefan karşılar İrene’yi. Uzaklığın mesafesi genişler, henüz dokunabileceği bir sırada hayatına Stefan girer. Yabancılık bazen içine düşülen bir şey olabilir. İrene ilk göz kamaşmasıyla geldiği Berlin’de, Franz’ın onda yarattığı arzulu kadınlık halleri ile Stefan’ın gösterdiği dünya arasında kalır. Yarılmış bir kişi olarak şehrin içinde bize kendi şehrini, duyumsamalarını aktarır. Şehir bir aktarıcıdır romanda. Şehirler. İrene’nin “haylatmos” ağrısı için oradadırlar. İrene, “mevsimlerin başlangıcında modanın göz kamaştırıcı” (s. 72) olduğu, bolluk ve renk özgürlüğü içindeki bu kentlerde bir tür “aidiyet” duygusu hissetse de geçmiş hep geri döner. Diktatör, uykuda ve uyanıkken, dairesini yutup sessiz avluyu derinleştiren iskelede gözüne kestirdiği işçinin saç bandında, omuzlarına dökülen saçlarında hep geri döner. Rüyalar ve korkular geçmişte değil, avluda ve her yerdedir…
Tek Bacaklı Yolcu’da hiçbir şey görünmez değildir. Müller toz konak içinde “şimdi”yi göstermez. O da en az geçmiş kadar ıssız ve yokluk içindedir. Müller eşsiz bir cesaretle doldurur kelimelerin içini. Her cümle bir cürettir. Bir sınırı geçmek yabancıyı iki kez yabancı kılabilir. İrene bu yokluğun içinde bu kez Stefan’ın arkadaşı Thomas ile tanışır. Bölünmüşlük çoğalır. Akışkan bir kimliğin içinde Thomas’ın yoluna çıkmasına içerler İrene, “İkircikli melekler değiliz biz Thomas, sadece ikircikliyiz.” der. (s. 100) Böylelikle bir varoluş meselesini temize çeker.
Öte yandan şeyler öylesine isimsiz bırakılmıştır ki romanda, kentler neredeyse bir yığındır. Büfelerin, caddelerin, işçilerin, büro memurlarının, nehirlerin, metro duraklarının… Memurların balık yedikleri lokantaların, rock müziğin yapıldığı barların ya da marketlerin bir ismi yoktur. Bu, romanda gösterilen köksüzlüğün, yabancılığın ta kendisi olsa gerektir. Yolcu elinde bagajını tuttuğu an, kentler yabancının rengine bürünür, bu renk eski kâbusların rengindedir. Kapsayıcı ve bunaltıcıdır. Yaşama yeniden tutunurken aşk, İrene’yi içine çekerek çağırır, ancak yalnızlığını bir gecikmişlik duygusu ile daha da derinleştirmekten öteye gitmez. Franz’a yolladığı bir kartta şöyle der: “Tek başıma yola çıkmıştım, iki kişi olarak varmak istiyordum. Her şey tersine gelişti. İki kişi olarak yola çıkmıştım. Vardığımda tek başımaydım.” (s. 120) Romanda sık sık İrene ile Franz arasındaki yaş farkı belirtilir. Bu “kaçırıvermişlik” duygusunun altını kazıyan güçlü bir vurgu olmakla birlikte İrene’nin bedenini de tanımsız bırakması bir tür köksüzlük bilgisinin temrini gibidir.
Romanda Almanya’nın “yabancı” politikasını -bakış açısını demek daha doğru olabilir- ortaya seren şu sahne de dikkat çekicidir. İrene kabul merkezinin bekleme odasında iken idareci pencereden dışarıya bakar.
“Bir Polonyalı” dedi idareci.
“Gördüğünüz gibi orada hala.”
“Haklısınız” dedi sekreter.
“Belki başkasıyla karıştırıyorsunuzdur onu” dedi İrene.
Sekreter yorgun bir bitkiden bir yaprak koparttı. İdareci ayakta içiyordu kahveyi:
“Oturma izni yok, çalışma izni yok. Hiçbir şeyi yok.”
Sekreterin yaprağı ezen eline baktı.
Ezilen yaprağın bir Polonyalı, bir Rumen, bir Iraklı olması muhtemel… Peki biz okuyucu, bu romanı bir Batılı bakış açısıyla, ferah Avrupa ülkelerinin sosyal ve hukuk devleti anlayışı açısından bulunmaz “umut mekanları” olduğu önerisi ile mi okuyacağız, yoksa yakın zamanlarda Merkel’in de beyan ettiği gibi “yabancı”yı sorunsallaştırıp bununla yaşayamayan bir Avrupa anlayışını kabullenip yeni yaşam önerilerinin söz konusu olup olamayacağını mı… Belki de doğru olan “saf ve düşünceli” bir okur olmayı gözden kaçırmamak.
Herta Müller’in zor bir metin inşa ettiği gerçeği okur olarak hevesimizi merak ile kaygı arasında sallandırıyor. Ancak her sabır isteyen ilk okuma deneyiminden sonra anlatımdaki o biriciklik, sessiz kalan ve haykıran cümlelerin okurda yarattığı sarsıntı ile Müller yıkıcı bir metin yaratmayı başarıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun “kent sakinlerinin ardından bakan tek bacaklı yolcular” için…
Esra Ertan – edebiyathaber.net (2 Mayıs 2013)