Emrah Polat’ın son romanı “Alocu Tilki’nin Serencamı”, raflarda yerini aldı. İletişim Yayınları tarafından basılan kitap, yazarın alışık olduğumuz üslubu ile bizi yine insanlık halleri üzerine düşünmeye yöneltiyor.
Kitap; “iyi”, “kötü”, “ahlak”, “vicdan”, “umut”, “umutsuzluk” gibi insan varlığının çoklu ruhsal yapısına dair sorgulamalarla; bazen gülümseten, bazen ağlatan, bazen de üzerine düşünülmesi gereken, felsefi bir alt metin ile okuyucuya sesleniyor.
Son dönem Türkiye romancılığında “toplumsal tiplerin” belirsizleştiğinden söz edebiliriz. Emrah Polat romanında unuttuğumuz toplumsal tiplerin de olduğunu gösteriyor. Kitabın başkarakteri kendisini “alocu” olarak tanımlıyor. Aloculuk; türlü cambazlıklarla, telefon vasıtası ile genellikle zenginleri dolandırmak anlamında kullanılıyor. Ayrıca “koçancı” gibi bildiğimiz ama belki kafamızdaki tanımı eksik kalan toplumsal tip, romanda tekrar gün yüzüne çıkıyor. Bu anlamlarda “Alocu Tilki’nin Serencamı” kendi “toplumsal tiplerini” yaratabilmiş bir kitap olarak da son dönem Türkiye romanına katkıda bulunuyor.
Kitabın üzerinde durulması gereken bir diğer noktası ise karakterlerin çoklu bir duygusal ve ruhsal profil çizmesi. Son dönem çok sık karşılaştığımız derin depresif roman karakterlerinin aksine Polat’ın romanı; acı çeken, acı çekerken gülebilen, umudu ve umutsuzluğuyla, hem kötü hem iyi olabilen çoğul bir bireylik sunuyor. Bu da bizi gerçek insanla yüzleşmeye götürüyor. Örneğin; romanın başkarakteri Sadık, toplumsal iktidarın gözünde hırsız ve dolandırıcı olarak adlandırılabilecek bir karakter iken, bir belgeselde bir hayvanın diğerini parçalamasına seyirci kalamayacak kadar vicdanlı bir karakter tasviriyle karşımıza çıkıyor. Karakterin bu durumu, insan varlığının “mutlak iyi” ya da “mutlak kötü” gibi dar bir kalıba sığdırılamayacağının da göstergesi oluyor. Böylece roman bize, tek tip bir varoluşun olamayacağı üzerine düşünme fırsatı sağlıyor. Çünkü insan her zaman kötü, her zaman iyi veya her zaman umutlu, her zaman umutsuz olamayacak kadar çoğul bir varoluşa sahip.
“İyilik”, “kötülük”, “ahlaklılık”, günümüz dünyasında neredeyse her gün üzerine cümleler kurduğumuz kalıplaşmış kelimeler. Nietzsche’ci bir bakışla bu kelimeleri sorgularsak anlamları “soylular” tarafından ya da günümüze daha uygun tabirlerle, devlet iktidarları, kurumlar, toplumsal denetim mekanizmaları tarafından belirlenen insanlık durumları olarak karşımıza çıkıyor. Kitabımızın Alocu Tilki lakaplı karakteri Sadık, bizi başlangıçta “kötü” bir insan varlığıyla karşı karşıya getiriyor. Ancak yazarın içten ve gerçekçi üslȗbu bize onunla empati kurma şansı tanıyarak, onu sevmemizi sağlıyor. Alocu Tilki, insanları dolandırmaktan haz alıyor ama o bir anlamda modern bir Robin Hood. Patronların işçi ölümlerine duyarsız kaldığı günümüzün belki de en gerçek yaralarından olan işçi cinayetlerinin vurgulandığı bir bölümde, Sadık televizyonda gördüğü işçi eşine ve çocuğuna karşı patronun duyarsızlığı karşısında, onu dolandırıyor ve ondan aldığı paranın bir bölümünü onlara gönderiyor. Bu anlamda kitap bizi daha önce bahsettiğimiz gibi bir insanı “iyi” veya “kötü” gibi genel evrensel değerlerle yargılamamaya götürüyor. Çünkü insan varlığı sadece vicdanlı ya da vicdansız olamaz ve her insan aslında kendisine göre iyidir ama sadece iyi değildir tıpkı Alocu Tilki Sadık gibi.
“Alocu Tilki’nin Serencamı” kitabının belki de en can alıcı kısmı, karakterin kendi deyimiyle; “bulunmaması gereken bir yerde bulunmasıyla” başlayan hastane günleri anlatısı. Hastane yaşantısının anlatıldığı bu bölümlerin derin bir felsefi alt yapıyı barındırdığını söylememiz gerekir. Bir disiplin ve denetim kurumu olan hastane tıbbi uygulamaların, hastadan çok hastalığa yöneldiği, hastanın bedensel varlığının “nesneleştirildiği” bir yığın uygulamayı içerirken, hasta insan varlığı üzerinde oluşturduğu baskı kitapta, içeriden bir bakışla, gerçekçi hastalık betimlemeleriyle oldukça iyi ifade edilmiş denilebilir. Tıbbi hiyerarşinin en altında olan hastalar, hastanelerin ve hastane çalışanlarının, kitabın deyimiyle “tıbbın hammaddesi” halini almıştır. Soğuk hastane odalarında çekilen acının hiçbir değerinin kalmadığı gibi hastalar, soğuk sesli görevlilerin donuk ve hissiz varlıkları karşısında çaresizce var olmaya ve aynı zamanda kendi özneliklerini var etmeye çalışırlar. Bütün bu bahsettiğimiz pratikler kitapta, yazar tarafından oldukça iyi yansıtılmış ki kendinizi o an, o hastanede, o çaresizlikte hissedebiliyorsunuz. Bu anlamda kitabın başlangıç cümlesi olan Peyami Safa’nın; “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler” cümlesi anlam kazanıveriyor. Ancak kitap bize büyük bir hastalık geçirmenin ne demek olduğunu da sonuna kadar yaşatıyor dersek abartmış olmayız.
Emrah Polat’ın romanı aynı zamanda çoklu bir mekȃn ve zaman algısı ile kurgulanmış. Ana mekȃn olarak Ankara kullanılmış olsa da yan karakterlerle Ankara’nın Çinçin’inden, Tunalı’sına kadar uzanan ve gerçek mekȃnlarda sizi dolaştıran bir anlatıma sahip. Ayrıca romanda, zaman düz bir çizgide ilerlemiyor. Geçmiş, bugün ve gelecek yani insanın çoklu zamanı; belleğin acı tatlı anıları ve geleceğe dair umutlar, şimdiyi şekillendiriyor. Çünkü insan unutma yeteneğine sahip olamayan bir canlı ve bellek aslında insanı var eden bir konumda. Sadık, hastane yaşamına geçmişin güzel günlerine sarılarak dayanırken, bazen de belleğini tamamen silebilmek istiyor. Çünkü geçmişin mutluluğu, geleceğe dair umut vermeyebiliyor. Roman bu bakımdan, karakterleri üzerinden insan belleğine, acılarına, mutlu, mutsuz anlarına ve geçmişin gelecekle olan hesaplaşmasına dair çok şey söylüyor.
Kitaba göre; “Dünya olsa olsa diş sıkmak için gelinmiş bir çilehanedir.” Ve bu çilehanede insan kendi varlığını arayan bir varlık. Emrah Polat dünya çilehanesinden insan gerçekliğini yansıtan, akıcı bir üslupla elinize aldığınızda bırakamayacağınız bir yazı şöleni sunuyor ve Türkiye romancılığındaki farklı ve kalıcı yerini koruyor.
Emek Erez – edebiyathaber.net (21 Kasım 2014)