Çok Kısa Bişi Anlatıcam’ın üzerinden geçen bir senenin ardından Alper Atalan, Kısmet İşte ile okuyucuyla buluşuyor. İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ve kısa hikâyelerden oluşan kitapta huzursuz ruhlar, dip dibe durup birbirine uzak olanlar, kimliğini kaybedip hükümsüz kalanlar, ayağının altından kayıp giden zemini hissetmeyenler ve keşmekeş içinde kayboluşlar anlatılıyor. Alper Atalan ile uçurumun kenarında buluştuk, yeni kitabı Kısmet İşte’yi konuştuk.
Mart ve Çok Kısa Bişi Anlatıcam’dan sonra yayımlanan üçüncü kitabınız, Kısmet İşte. Yeni kitabınızda da kısa hikâyelerle okuru selamlıyorsunuz. Bu kitabınızdaki hikâyeleri evvelkilerden ayıran ya da devamlılık gösteren bir damardan bahsedebilir miyiz?
Diğer kitaplarımdan farklı olarak Kısmet İşte’de biraz daha fazla kurgusal öyküler yazmış olabilirim sanırım. Gerçekliğe çok yakın ancak gerçekliğin bir parça yanında duran ve insanın belki yüzleşmek istemediği, belki yüzleşmekten korktuğu, belki de yüzleşse bile farkına varamadığı sıradışı olayları yazmak istedim. Hepimizin yaşamında olan, günlük koşturmaca içinde hayatın bir mucizesi olduğunu ıskaladığımız olaylar bunlar. Her insanın yaşamı bir mucize aslında, en azından bana öyle geliyor. Hem yaşamak mucize, hem de yaşam bir mucize. Teknolojik büyüler, sanal iletişim, sıradanlaştığını düşündüğümüz sıradışılıklar, birbirimizi yiyip doymadığımız anlar; o denli fazla ve hayatın hayhuyu içinde kaynayıp gidiyor ki yaşamı sanki bir yedeği varmış gibi yaşıyoruz. Geçmişimizi, mutluluklarımızı, acılarımızı, aşklarımızı; bizi biz yapan her şeyimizi unutup kendimizi de unuttuklarımızla birlikte değersizleştirmeyi adet edindiğimiz zamanlar bunlar. Gerçeklik, işte böyle zamanlarda kırılıyor, eğilip bükülüyor; bildiğimiz gerçeklikten başka bir şey oluyor. O teknolojik büyüler, o sanal zihinlerimizde kurduğumuz bağlar, o varsayarak kurduğumuz ilişkiler parça pinçik olup yeni gerçekliğe evriliyor. Sonra da pişman olup eski gerçekliğimizin, gerçek olan gerçekliğimizin peşine düşüp pişmanlık duyuyoruz. Üzüldüğümüzü unutup üzülemiyoruz da, sevindiğimizi hatırlayamayıp hangi duyguyu yaşayacağımızı da şaşırıyoruz. Kısmet İşte kitabımdaki öyküler de böyle. O duyguları yaşayan insanlar, o olayların tanıkları. Ne yaşamın mucizesine inananlar ne de onsuz yapamayanlar gibi.
Öykülerin birkaçında fantastik öğeler, mekânlar var. Tuzluk muhabbete giriyor, Hüseyin Amca’nın meyhanesine bir haller oluyor. Gündelik ve sıradan yaşamların fantastik unsurlarla anlatılması tercihinin nedenlerini sorsak?
“Konuşan tuzluk” değil de sessiz bir yerde yalnız kalabilen bir insan ya da öykü kahramanı bana daha çok fantastik geliyor. İnsana dair her mekân insandan fazla gürültülü, dikkat dağıtıcı ve eziyet dolu artık. Kafa dinlemek, tatile çıkmak, mola almak, alıp başını gitmek; bunlar hayal gibi şeyler. Gerçekten fantastik yani. Herkes yalnız kalabiliyor ancak hepimizin en çok özlem duyduğu şey yine yalnız olmak ve yalnız kalmak. Sessizliğe ihtiyacımız var biraz. Susmaya, demlenmeye, düşüncelerimizi tartmaya, aklımızı başımıza toplamaya ihtiyacımız var. Kafamız cep telefonu ekranına döndü. Pencereler açılıp kapanıyor, sürekli mesajlar geliyor, hayaller, planlar programlar, gündelik, anlık, saniyelik akıp gidiyor. “Bi dur” diyemiyoruz. O dürtüyor, bu itiyor, ötekisi çağırıyor, berikisi yargılıyor, yorumluyor, küfrediyor, kahrediyor. “Bi dur” diyemediğimiz gibi bi duramıyoruz da. Bi düşünemiyoruz da. Bi soluklanamıyoruz da. Hal böyle olunca tuzluk da dile gelebiliyor tabii. Neticede onun da hakkı.
Efkârı birikip içine sığmayanlar, huzursuz ruhlar, dipsiz hayaller, görünmeyenler, görülmek için Artemis Tapınağı’nı yakan Herostratos’lar… Masanın üçüncü adamı Ertuğrul Bey ile masanın ilk adamı Ferruh’u okey masasına oturtan nedir?
Ferruh’u, okey masasına keyif oturtuyor. İtlik, hinlik oturtuyor. Tesadüf oturtuyor. Kaçamadığı kaderi oturtuyor. Hatta hepsi birlikte başka masa açıp oraya oturuyorlar. İnsan kendi yazgısını kurgulayıp emin adımlarla yaşayan bir yaratık değil ki artık. Tüm duygularımızla, tüm umutlarımızla, tüm beklenti ve hayallerimizle iç içe, dip dibe, burun buruna yaşıyoruz. Neyi seçtiğimizin de çok büyük anlamı kalmıyor bununla birlikte. Altımızdaki halı kayıveriyor, şapkamız uçuveriyor. Birden kendimizi o okey masasında dördüncü olarak buluveriyoruz. Keyif bizim. İtlik, hinlik; olsa da olur olmasa da. Tesadüf; eskiden beri çok da değişmedi. Kader sadece anlayamadığımız, çözemediğimiz bir arkadaş. Yine de yüz bulup oturuyor demek masaya. Ferruh da çok ses çıkaramıyor haliyle, taşını dizip oyununu oynuyor. Bu masada olmasa, başka masa kurulacak onun için çünkü. Şimdilik bu masadakiler en azından Ferruh’un bildiği, tanıdığı tipler.
Hödüklük, ergen efelenmeleri, öfke, cinnet ve tabii ki şiddet… Kadınların da yaşamlarını altüst eden rutinlere, tiplere ve detaylara rastlıyoruz. Erkeklik krizi mi tetikliyor tüm bunları, ne dersiniz?
Net olarak erkeklik krizi değildir de büyük etkenlerden biri olabilir. Yaşam savaşı, fırsat eşitsizliği, geçim sıkıntısı, gerçekleşmeyen hayaller, amansız rekabet, sonu dibi olmayan umutlar, beklentilerin çarçur olması… Bunların tamamı ve bildiğimiz hatta bilemediğimiz; öğrenmeye yetemediğimiz, öğrensek bile çözemediğimiz etkenler. Hepsi sıralı, tekrarlı, nesilden nesile aktarmalı. İllet gibi ensemizde gölgesini hissettiğimiz ama kaçamadığımız şeyler. İğrendiğimiz ancak bir yandan da yaşadığımız, ayıp bir miras gibi. Ancak bir yandan da insanın doğasına yapışıp kalmış, evrilemeyen bir gen gibi. Öykülerde de geziniyor olabilirler. Yaşamdan kopamadıkları için olsa gerek, aynı mirasa sahip çıkıyorlar.
Farklı anları deneyimleseler de aşağı yukarı benzer kaygıları, aynı gayeleri paylaşan insanları görüyoruz. Metropolün yeknesaklığına mahkûm olarak, içine tıkıştırıldığımız bir bankada, elimizde fiş sıra mı bekliyoruz?
Keşke sadece o bankada bekliyor olsak. Keşke sadece sıramızı beklesek. Elimizdeki fişin numarası değişiyor, farkına varamıyoruz. Banka kapanıp açılıyor, soyuluyor, sahipleri değişiyor. Bankanın yeri değişiyor. Yerine otel açılıyor. Altımızdaki koltuklar sökülüyor. Yerine başkaları yapılıyor. Camlar, çerçeveler iniyor. Kolonlar, kirişler sökülüyor. Banka yeniden açılıp kapanıyor. Sonra soyuluyor. Rehin alınıyoruz. Pazarlık yapılıyor. Serbest kalamıyoruz. Pazarlık konusu oluyoruz. Soyguncular kaçıyor. Kasamızda, hesabımızda, gizlimizde, saklımızda, kirli çıkılarımızda hiçbir şey kalmıyor. Kalsa bile kalanları sayamıyoruz. Saysak bile cebimize attığımızla idare edemiyoruz. Paylaşmaya kalksak kıyamıyoruz, kıysak doğrusuna karar veremiyoruz. Banka yeniden açılıp kapanıyor. Tekrar sıraya giriyoruz. Tekrar numara alıyoruz. Sıra bize gelmeden elimizdeki fişin numarası yeniden değişiyor. Beklediğimiz sıra numarası geldiğinde dijital pano bozuluyor ya da elektrikler kesiliyor. Elektriklerin gelmesini bekliyoruz. Bankada öylece bekliyoruz. Farkına varamıyoruz.
Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap projesi var mı?
Şu an bir televizyon projesi için çalışıyorum. Bir yandan da yeni kitabımın notlarını tutuyorum. Umarım en kısa zamanda yazarım.
Söyleşi: Aybars D. Bayındır – edebiyathaber.net (21 Eylül 2015)