Alper Atalan: “Hepimiz unutarak hayata devam ediyoruz”

Ağustos 21, 2014

Alper Atalan: “Hepimiz unutarak hayata devam ediyoruz”

AlperAtalan(Foto1)Alper Atalan mühendis diplomalı, epeyce zamandır yazarak geçinen bir mizahçı. Gırgır dergisinde haftalık yazılar, televizyona senaryolar yazıyor. İlginç, edebi tatları olan, başka türden bir derinlik taşıyan, anlamlı hikâyeleri var. Son kitabı “Çok Kısa Bişi Anlatıcam” adından anlaşılacağı gibi kısa hikâyelerden oluşuyor. Kısalığı ve buna rağmen gösterdiği anlatma mahareti her edebiyatseverin ilgisini çekebilecek maharette. Atalan ile kitabından, üslubundan ve biraz da hayattan konuştuk. 

Anlattığınız insanlar iyimserler gibi geldi bana, bir yolunu bulup ümitleniyorlar sanki. Ne de olsa hayat devam ediyor gibi…

İyimser değiller. Hayattaki kadarlar. Üzülüyorlar, dertleniyorlar, kaybediyorlar, per perişan oluyorlar ama yine de hayata devam etmeyi biliyorlar, evet. İyimserlik öyle eskisi kadar revaçta değil insanlar için. Öykülerde yazdığım tipler için de geçerli bu. Ümitten, beklentiden, acıdan, sevinçten, insanı insan yapan tüm duygulardan daha kolayı var artık: unutmak. Hepimiz her şeyi unutup boşa çıkararak hayata tutunmaya devam edebiliyoruz. Öykülerimdeki insanlar da aynısını yapıyorlardır kesin. Aşık mı oldular; unutuyorlardır. Sınıfta mı kaldılar; unutuyorlardır. Başlarına bir bela mı geldi; unutuyorlardır. İnanın bana, öykülerin bittiği yerden yazdığım insanların hayatlarına bakma fırsatımız olsa kesinlikle başka şeyleri de unuttuklarını görürüz. Ben de unutuyorum, yalan yok. Yazdığımdan biliyorum.

Geriye dönüp hikâyelerinize baktığınızda hangi hayat ayrıntıları ilginizi çekmiş, sizi ne heyecanlandırmış, bunu düşündünüz mü?

Kitabımdaki öyküler, ya bizzat yaşadıklarımdan yola çıkarak kurguladığım, ya da dinleyip duyduğum, bana anlatıldığında beni çok etkileyen, yazarak anlatmak istediğim öyküler. Yani, dolaylı olarak zaten hayatımın birer parçası hepsi de. O yüzden bir elin beş parmağı gibi bir şey var. Bir öyküden bir ayrıntı versem, ya da “şurası böyle böyle beni çok heyecanlandırdı” filan desem, öbür öykü darılır şimdi.

tmpimage_1406879387.6871_1Peki. Bizde çok az görülen kısalıkta hikâyeler bunlar. Az sözcükler anlatarak bir finale bağlıyorsunuz, nedir işin sırrı?

Öyküler kısa, çünkü kimsenin okumaya zamanı yok. Okuma zamanımız bitti. Bu bütün dünyanın başına musallat olan bir illet. Sadık kitap okuyucusunu bu illetten tenzih ediyorum tabi ki. Yine de herkeste “Hiçbir şey yapmaya zamanım kalmıyor, bari en azından ayda bir kitap okuyacaksam da iyi bir kitap okuyayım” gibi bir telaş var. Aslında nicelik olarak yine çok okuyoruz. Kısa kısa, o kadar çok şey okuyoruz ki: Cep telefonu mesajları, twitter bildirimleri, Facebook durum iletileri falan filan derken herkes günde bir kitap kadar yazı okuyor aslında ama toplamda bir kitap okumaya insanın zamanı kalmıyor. İşin acı tarafı “okumuş” insanlar okumuyor. Zamansız kaldıkları endişesine kapılıp hevesle aldıkları kitapları kitaplıklarına koyup erteliyorlar. Bir de “okur adayları” var tabi. Böyle bir alışkanlıkları olsun istiyorlar fakat birçok iletişim kanalından gelen öneri, reklam, ıvır zıvır derken kafaları karışıyor. Sonuçta iyi bir kitap, bir şekilde kendini bulduruyor, okutuyor, mutlaka hak ettiği değeri buluyor ama yine de o illet dünyadan okuma dünyasına insanları çağırmak gerekiyor. Bunun bir çaresi kısa öykü yazmak olabilir belki.

Öte yandan, işin sırrı; dergi. Dergi disiplini. Haftalık olarak Gırgır mizah dergisinde yazıyorum. İlk olarak bu öyküleri Gırgır’da denemeye başladığımda içimde bir şüphe vardı. Bu ayarda öyküler, “Okuyucuyu güldürme amacını güden bir dergide yayınlanabilir mi?” diye. Dergideki arkadaşlarıma danıştım. “Biz seviyoruz bu öyküleri, okuyucudan da güzel tepkiler alıyoruz” şeklinde yanıt alınca ben de devam ettim.

İyimser ve komik olan bir hikâye daha kolay “ağlatır” derler, sizin mizahınız hüzne ne kadar yakın sizce?

Hüzne ne kadar yakın yazıyorum, bilmiyorum. Aslına bakarsanız hüzün ya da komik arasında bir denge de gözetmiyorum. Öykü yazarken, diğer yazdığım yazılardan farklı olarak karakterleri karikatürize etmek istemiyorum. İçimden gelmiyor. Her şeyi kendi yalınlığı içinde, gerçeğe en yakın haliyle anlatmaya çalışıyorum. Olaylar yaşanmasa da yaşanmış gibi olsunlar, neredeyse kurgulanmamış gibi kâğıda geçsinler istiyorum. Gerçeğe en yakın durumlarla yüzleşerek yazmaya çalıştığımdan olsa gerek araya hüzün de bulaşıyordur belki de.

Kendinizi bir yazar olarak nasıl tanımlarsınız? Mizahçı, edebiyatçı, mühendis, senarist… Bunu şu yüzden soruyorum, arada kalan bir yazar gibi geliyorsunuz bana… Bu avantaj da olabilir dezavantaj da…

Yazmak benim için bir durum. Yazıyorum. Durumum bu yani. Bahsettiğiniz “mizahçı, edebiyatçı, mühendis, senarist” gibi kavramların ayrımına pek varamadığım için herhalde, arada kalıp kalmadığımla hiç ilgilenmedim. Çoğunlukla kendimi ifade ederken “senaristim” demem. “falanca dizinin senaryosunu yazıyorum” derim mesela, ya da “mühendisim” demem. “Teknik Üniversite’de okudum” derim. “Edebiyatçı” olabilmek için daha fırın fırın ekmek yemem lazım, “mizahçı” olabilmek için de ömrümüm kalan bölümünü feda edeceğim, öyle görünüyor. “Avantajları, dezavantajları nedir?” konusuna gelince de bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Dediğim gibi sonuçta durumum bu.

Söyleşi: Serap Uysal – edebiyathaber.net (21 Ağustos 2014)

Yorum yapın