Söyleşi: Anıl Cihan
Altay Öktem’in Can Yayınlarından çıkan yeni romanı ‘Thomas Düşerken’de, sanatın, ahlaki/ahlaki olmayan tartışmalarının içinde kalması, geçmişte ve günümüzde var olan olan devlet, toplum, sanat üçgeninde ortaya çıkan problemler, Thomas Dumas’ın hayatı ve sanatı ekseninde ele alınıyor. Dumas, hem yüzyıllardır kalıplaşmış ahlaki yargılarla uğraşıyor, hem de devletin soğuk yüzünü alttan alta hissettirip, aile diye tanımlanan, devletin ve toplumun yegâne kalesine karşı mücadele ediyor. Bütün bunların ışığında şair, yazar Altay Öktem’le konuştuk.
Öncelikle kimdir Thomas Dumas, diye sormak istiyorum. Kim olmaya çalışıp, kim olamamıştır? Altay Öktem’i, Thomas’a bağlayan, Thomas’ı, Altay Öktem’e fırlatan nedir?
Birçok neden sayabilirim ama en önemlisi, Dumas’ın kışkırtıcı bir karakter olması. Karakterin güçlülüğü kadar, kışkırtıcılığı ve hayatı sorgulamamıza zemin hazırlaması edebiyatta özellikle dikkat etmeye çalıştığım özellikler. Thomas Dumas, bunlara ek olarak kendimizi, kendi var oluşumuzu da sorgulamamıza neden oluyor. Üstelik bunu yapması için zorlamıyor okuru. Seçenek sunuyor sadece. Bu roman eğlenceli bir macera romanı olarak da okunabilir, farklı okumalar da yapılabilir. Ne derece başarılı oldum bilemem ama, amacım çok katmanlı bir roman yazmaktı.
Romanda, Thomas Dumas’ın, 4. boyutu yakaladığı, hem kendi sanatına hem de fotoğraf sanatına yeni bir görüş alanı kazandırdığı üzerinde duruyorsunuz. Fotoğrafta boyut, özellikle 4. boyut kavramını açmanız mümkün mü?
“Derinliğin Dört Boyutu” adını verdiği bir dizi fotoğraf çekerken uçurumdan yuvarlanarak ölüyor Dumas. Burada, iki ayrı metafor var. Hem dördüncü boyut, hem de derinlik.Üçüncü boyut derinleştirildiğinde, yani zaman ve hız eklendiğinde, dördüncü boyuta ulaşılır. Thomas Dumas derinliğin dördüncü boyutunun fotoğrafını çektiği andan itibaren, yani romanın daha ilk sayfasında bir roman kahramanı olmaktan çıkıp gerçek bir kişiye dönüşüyor. Zaten dördüncü boyut, bir anlamda da zihnin, beden öldükten sonra yaşamaya devam ettiği boyuttur. Gerçeklikle kurgu arasındaki o ince çizginin dördüncü boyutla doğrudan ilişkisi var. Zaten roman boyunca Anders ile Maria Thomas Dumas’ın izini sürüyor ancak hem dönemsel hem de kavramsal olarak derine, hep daha derine iniyorlar. Sonunda tüm bu karakterlerin sahte mi, iç içe geçmiş kişilikler mi yoksa gerçekten yaşamış insanlar mı olduğuna karar veremeyeceğimiz bir noktaya geliyoruz. Yani romanın tamamının bir dördüncü boyut alegorisi olduğunu da söyleyebiliriz.
“Onun hiçbir değer yargısı, hiçbir inancı yoktu ki! Mutlak olan, kutsal olan bir şey yoktu onun için. Bir şeye inanmaya başladığında, inandığın şeyi yok etmiş olursun. Deşifre edilmiş bir inanç, inanç değildir. Thomas hiçbir şeye inanmazdı” diye bir bölüm var romanda. İnanç, toplum, birey (sanatçı) üçgeninden hareket edersek neler söylemek istersiniz?
Thomas Dumas ahlaksızlıkla suçlanıyor ancak asla ahlaksız biri değil. Aksine, onun derdi bir karşı-ahlak oluşturabilmek. Ahlak denilen şey toplumsal bir prangadır zaten. Temeli de inanca dayanır. Şunu unutmamak gerekir: Her inanç kör inançtır. Thomas hiçbir şeye inanmadığı için toplum tarafından dışlanıyor, bu yüzden ahlaksızlıkla suçlanıyor. Sonunda da sanatta devrim sayılabilecek yeniliklere imza atıyor. Tüm bunlara rağmen pek tanınmayan bir sanatçı ve hak ettiği değere ulaşamamış. Bunu kendisi sorun etmiyor ama bir sanat tarihçisi, aynı zamanda da Dumas hayranı olan Anders Bauman sorun ediyor; Dumas’ın bilinmeyen tüm yönlerini ve yapıtlarını ortaya çıkarmak için yola koyuluyor. Ve çıktığı yol, başlı başına bir maceraya dönüşüyor. Ancak, yenilikçi sanatçılar için söylediğimiz tüm bu özellikler, Thomas Düşerken sayesinde ortaya çıkmış şeyler değil. Hep bildiğimiz, yenilikçi olan her sanatçının başına gelen şeyler aslında. O yüzden de toplumsal baskıyı hiç önemsemeden, toplum dışı olmayı göze alan ve tüm inanç sistemlerinin karşısında durarak, bunun getireceği sonuçlara katlanmaya da hazır olan kişidir sanatçı. Uzlaşmacı sanatçı diye bir şey yoktur! Elbette gerçek sanatçıdan söz ediyoruz.
Sanatı, özelde fotoğrafı, daha da özelde Dumas’ı acıya karşı bu kadar dirençli tutan nedir?
Thomas Dumas’ın küçücük bir çocukken, tüm dünyayı etkileyecek olan böylesine büyük bir trajedinin başladığı yerde, Polonya’nın Almanlar tarafından ilk bombalanan şehrinde olması onun kişiliğini ve bundan sonraki hayatını birebir belirleyen bir olgu. İnsanlık tarihiyle Dumas’ın tarihi bu noktada kesişiyor. Roman boyunca 2. Dünya Savaşı’na sürekli atıfta bulunulmuyor; ancak Dumas’ın çektiği her fotoğrafta, söylediği her sözde bunun izini bulmak mümkün. Böylesine büyük bir yıkımın karşısında ayakta durabilmek, direnmek, acıyla baş edebilmek zaten başlı başına bir başarı. Bu direnme ve baş edebilme kültürünün sanatsal yetenekle birleştiğinde nasıl bir zenginlik oluşturduğunu görmek için, 2. Dünya Savaşı sonrası hem edebiyatta, hem sanatta doğan akımlara bakmak bile yeterli. Thomas Dumas da bu kuşağın parçası aslında. Tek farkı, gerçek değil de kurgusal bir sanatçı olması.
Devletin, toplumu, sanata karşı cephe almaya itmesinin temeline, siz neyi yerleştiriyorsunuz? Birey, sanatı hayatından çıkartarak, yerine neyi koymuş olabilir? Ahlak, sanatı karşılayacak, sanatın yokluğunu hissettirmeyecek kadar güçlü bir kavram mıdır?
Ahlak, devletlerin, yani sistematik kötülüğün elindeki en büyük koz, en büyük argümandır. Bir insanın birey olabilmesi, öncelikle devletin en küçük birimi olan aileyle başa çıkabilmesine bağlıdır. İlk bağımsızlık savaşı aileye karşı verilir. İnsanı bağımsızlaştıran, toplum adı verilen yığınların arasından sıyrılıp çıkmasına olanak sağlayan en önemli olgu da sanattır. Tarih boyunca her türlü iktidarın sanatı hep tehlikeli bulması ya da kontrol altında tutmaya çalışmasının nedeni budur. Bu anlamda ahlak, sanatla başa çıkabilecek kadar güçlü bir kavram değildir. Daha doğrusu ahlak, hiçbir açıdan güçlü bir kavram değildir. Toplumsal anlamda ortak değer yaratmak için kullanılan ve erk’i elinde tutanların kitleleri bu ortak değer etrafında toplamaları ve yönetebilmelerine olanak sağlayan bir olgudur ahlak. Evrensel değerlerden ve bu değerlerin yörüngesinde gelişen etik değerlerden bağımsız olan, çoğunlukla kökeni dinlere bağlı olan ahlak kavramı, başlı başına bir kötülük biçimidir ve kötülükten başka bir şeye hizmet etmez!
Ve elbette Thomas’ın, kötü kaderinden söz etmemek olmaz. Ne dersiniz, hayat, kader ve kötülük üçgeninde, Thomas, onu tanıyan insanların kötü kaderi/laneti olabilir mi?
Evet, hatta “Kader Nakli” diye bir olgudan da söz ediliyor romanda. Bir insanın kaderi, başka birine sirayet edebiliyor. Elbette, kader dediğimiz şey dinsel anlamda kullanılmıyor burada. Thomas’ın kaderini belirleyen, Thomas’ın kendisi, kendi tercihleri. Fotoğrafı kendini ifade ettiği bir dil olarak kullanıyor ama bu dile de sonuna kadar sahip çıkıyor. Daha çocukken, ailesine karşı çıkarak okulun sergi salonunda açtığı ilk sergisiyle lanetleniyor. Hatta tüm ailesi lince uğruyor. Hayatı boyunca başına gelmeyen kalmıyor ama asla geri adım atmıyor, taviz vermiyor. Bu yüzden de erk’i temsil eden kişilerce yok sayılıyor. Ama var! Eninde sonunda ortaya çıkıyor bu. Günün birinde Anders çıkıyor, Maria çıkıyor, onun izinde yürüyorlar. Thomas’ın kaderi onlara da sirayet ediyor ama onlar da yılmıyorlar. İyilik kişisel, kötülük organizedir.
Roman bitimine yakın, yanılıyorsam düzeltin lütfen, yeni bir başlangıç, biterken tekrar var olma, bir yeniden doğuş hissediliyor. Nelerin olacağı/olabileceği konusunda okurun, karakterler üzerinden yön tayin etme isteği. Neler söylemek istersiniz?
Doğru. Ancak bunu romanın devamı da gelecek, diye yorumlayanlar oldu. Devamı için bir açık kapı bırakmak için değil, ne hayatın ne de kurgunun bir noktada, bıçakla kesilir gibi bitmediğini, her bitişin bir başlangıç sayılabileceğini vurgulamak için böyle bir yazım tekniği kullandım. Tam romanın sonuna geldik derken, Selena ortaya çıkıyor mesela, hatta ben de olaya dahil oluyorum. Roman yayınlandıktan sonra Selena’yla buluşup kitabın bir kopyasını ona vereceğim açıklanıyor. Okur kitabın kapağını kapattıktan sonra romanı bitirmiş olmuyor. Daha sonra gelişecek olayları da merak ediyor, hatta kafasında yorumluyor, hayal ediyor. Yani, yönü okur tayin ediyor.
“Fotoğrafta geçirilen bütün olaylar belirsizdir; bu belirsizlik, yalnızca olayla kişisel ilişkileri sayesinde bu eksik sürekliliği kendi yaşamlarıyla tamamlayan kişiler için ortadan kalkar. Çoğu zaman fotoğrafın belirsizliği, fotoğrafı çekilen olayları az çok doğru açıklayan sözcüklerin kullanılmasıyla genel okurdan gizlenir” diyor John Berger. Fotoğraf sanatı, gerçeği bir yönüyle açık ederken, diğer yönüyle gizliyormuş gibi görünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Kısa ve net bir cevap vermek istiyorum bu soruya: Sadece fotoğraf sanatı değil, tüm sanatlar böyledir. Roman da, şiir de, resim de, tiyatro da, sinema da; hepsi gerçeği bir yönüyle açık ederken, diğer yönüyle gizlerler. Çünkü hepsi de alıcı, yani okur, izleyici vb. olmadan eksiktir. Gizlenen gerçeği okur ya da izleyici ortaya çıkarır. Sanat yapıtı da ancak onlar devreye girdiği anda bütünlenir, tamamlanır.
Anıl Cihan – edebiyathaber.net (15 Ocak 2018)