Meğer maden Türkiye’nin ta kendisiymiş.
Soma’yla kararan gündeme bir mum ışığı olsun düşürmeye çalışıyor insanlar günlerdir. Evine sığmayıp meydanlara koşarak, maden kelimesini içinden yüzlerce kere tekrar edip utanarak, ödediği elektrik faturalarına söylendiğini hatırlayıp daha da mahcup olarak, yatmayarak kalkmayarak, ekrana yapışırlarsa sanki birileri ölü sayısıyla oynayamazmış gibi televizyonun başından kalkmayarak yapıyorlar bunu.
“Hapisaneden çıkanlar iş bulamadığı için madende çalışırlar,” biliyor muydun diyor kadere inanmayan arkadaşım.
Yadırgamıyorum onun söylediklerini duyunca. Çünkü günlerdir maden denen çukurun, Türkiye olarak da adlandırdığımız yarı açık cezaevinin ta kendisi olduğunu görüyorum zaten. Yapılan haberlerde, yazılan yorumlarda, benden çıkan ve bana dönen öfkede görüyorum bunu. Öfkesizliğimizde. Kadere boyun eğişimizde.
Yıllardır çiftçiyi fukaralığa, cahilliğe, çaresizliğe mahkum eden politikaları indirmişiz meğer biz madene. Hem de her vardiyada. Tütün ekemeyen, emeğine biçilen üç kuruş karnını doyurmadığı için mecburen madeni tercih eden, çiftçiliğe devam etse bile toprağın kalitesini hırsla, gübre fazlasıyla, ilaç fazlasıyla kendi elleriyle öldüren çiftçinin sepetleri asılıymış madenin soyunma odalarında.
Doğuyu indirmişiz biz madenin karanlığına. Yakıp küle çevirdiğimiz doğunun onurlu insanlarını. Koruculuğu reddedenler, Jitem’den kaçanlar, sistemin en altındakiler meğer altın da altındaymış. Kaçamadıkları ölümü kuşanırlarmış biz mışıl mışıl uyurken üstlerine.
Tatlı uykular bitti.
Kimi öfke kusuyor, kimi şiir hâlâ. Bi durun diyesi geliyor insanın, ölüler gömülmedi daha, kafiyeyi boşverin; küfür edin, isyan edin, ama laciverdi bol kelimeleri gömün şimdilik madenin derinlerine. Yalnız dedik ya, maden biziz biraz da, bizim doğulu kaderciliğimiz, “kader rüzgârları” sert estiğinde ah! edip acımızı şiirle dindirişimiz ve belki de, ne söylersek söyleyelim, şiirli ya da şiirsiz hep boşuna kürek çekişimiz.
Boşuna kürek çekmişiz sanki aklın efendiliğini savunan onca kitabı okurken. Elimizi açıp yaradana yalvarmak daha kolay gelmiş, daha bildik, daha yüreğe yakın.
Birinci gün. Soma’daki patlamanın haberleri ulaşıyor, ölü sayısını bilmiyoruz henüz ancak aşağıda yüzlerce işçinin mahsur kaldığını duymak yetiyor. Geceyarısı, sabaha karşı, çocuğumuzu okula yolladıktan sonra kendimizi dışarı atıyoruz. Kimimiz soğuk taşların üzerinde oturuyoruz, kimimiz twitter başında umut arıyor, bazılarımız maden şirketinin önünde eylem koyuyoruz… O sabah yedi buçukta Galatasaray’da yüzlerine kömür karası sürüp işe gidenlerin önünde vicdan yarası gibi oturanlara katılıyorum. Ancak iki saat dayanabiliyor taşın sertliğine bedenim. Sonra Tünel yürüyüşü, sonra eve dönüş, sonra rakamların çıldırtıcılığı.
Ertesi gün kalbimi yumuşatmak için belki de Üsküdar’a geçiyor, Boğaz’ın sularının serinliğine sığınıyorum. Aklım onlarda ve madene indirdiğimiz tüm çelişkilerde.
Sendikasızlığımızı, plazalardaki ahlaksızlığı, sendikal faaliyetlerde bulundu diye gazeteden çıkarılan arkadaşlarımızı, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar hakikatini, cebine para girdikçe kapitalizmin vahşiliğinden artık söz etmeyenleri doldurmuşuz biz madene.
Evet, en alttakileri tekme ile daha da alta göndermek, zaten hakir görülenlere verdikleri oy için yüklenmek, cümlelerin en afillisini, en kibirlisini kurmak kolay şu günlerde.
Ya madenin sakladığı yaman çelişkiler? Kaderin bitip iradenin başladığı yeri tayin edemeyişimiz dolaşırmış meğer kömür tünellerinde.
Öğle vakti Üsküdar’da, Mihriman Sultan Camii’nin merdivenlerinden çıkarken buluyorum kendimi. Şadırvanda erkekler namaza hazırlanıyor. Turistler, çok uzak bir tarihten seslenen caminin fotoğrafını çekiyor. Derken camiden gelen ve yaşanan felakete değinen cümleler ilişiyor kulağıma. Vefat edenlerin ailelerine sabır diliyor imam. “Cenab-ı hak böyle olaylarla bir daha bizi imtihan etmesin. Bizim şu anda yapabileceğimiz duadır,“diyor. Yaş gözlerime hücum ediyor. Karşımdaki duvara ilişmiş iki kadın ellerini açıp duaya katılıyor o sırada. Kendi ellerimi görüyorum sonra. Kimden öğrendiğimi unuttuğum bir tevekkül ve sabırla açılıp yan yana geliyorlar. Yok, ağlamak istemiyorum ben. Ama, annemin yola çıkarken duanı eksik etme diyen tembihleri ve kendi isyanım arasında sıkışıyor, kalakalıyorum o avluda. “Cenab-ı hak dualarımızı kabul eylesin,” diyoruz hep birlikte.
Ölümüm yaklaştı diye yerdeki suyla abdest alanları doldurmuşuz meğer biz madenlere. Anadolu’nun kin tutmamayı öğütleyen abdallarını bir de. Yunus’un “Biz kimseye kin tutmayız Ağyar dahi dosttur bize” dizelerini.
Kahreden yoksulluğu en çok. Ve bu yoksulluğu görmezden gelip, jiplerinden, aldıkları maaşlardan utanmadan en alttakilere kin tüküren köşe yazarlarını.
Görmek istemeyiz yoksulluğu. Kendi çorabımızdaki, anamızın babamızın, sülalemizin çorabındaki deliklerdir yoksulluğa baş çevirişimişizin nedeni.
Ama gerçekler karadır.
Edebiyat bu kapkara gerçekleri söylemektir bazen. İsin elinize yüzünüze bulaşacağını bile bile.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (19 Mayıs 2014)