“Yeni bir yıl başlayacak, yeni bir çağ; eskiden akıllıca görünen gülünç olacak, akıldışı görünen kesinliğin ta kendisi olarak çıkacak karşımıza…Gözlerini açmak için son anı bekleyenleri ışık kör edecek…”
En iyi çevirmenlerden birinin elinden, Samih Rıfat’ın emeğine sağlık, kalmadı böyle iyi çevirmenler. Çevirmenin adının olmadığı bir ülkede modern yayıncılığımızın da hayrını göremedik. İyiler az itibar görür oldu ya…Şimdilerde çevirmenlerin isimleri kitap kapaklarına bile yazılmaz oldu. Bu saygısızlığın üzerini Samih ağabeyimizle kapatalım.
Kitabın çevirmeni, Türk Dil Kurumunun kurucularından, Türk Dili ve Tarihi Tarihi Tetkik Cemiyetinin Başkanlarından, değerli görevleri, siyasi kariyeri ve şiirleriyle, her şeyden önce Atatürk’e yakınlığıyla dönemin önemli isimlerinden olan Samih Rıfat Bey’in aynı isimli torunudur. 1945 doğumlu ve Saint-Benoit Lisesi mezunu. İTÜ’de Mimarlık okumuş olsa da edebiyat ve sanat ilgisi daha ağır basmış. Kusursuz bir çevirmen diyebiliriz çünkü, yazarın en çetrefilli ifadelerini, deyimlerini ve entelektüelliğini hiç bozmadan ve mükemmel bir uyumla aktaran çok nadir çevirmenlerden biridir. Âmin Maalouf’un eserleri dışında, Rene Char, Jacques Prevent, Jean Follain, Paul Valery, Konstantinoz Kavafis gibi iyi yazar ve şairlerin kitapları da çevirmiş.
Şimdi Yüzüncü Ad romanıyla ilgili spoiler içermeyecek ama okurken size rehberlik edecek bazı notlar paylaşacağım; öncelikle romanın geçtiği 1600’lü yıllara ve dönemin dinamiğine ait…
Maalouf’un bu eseri, birçok edebiyat eleştirmeni tarafından Aurelius’un Metamorfozlarından sonra, en iyi yaratıcılık damarına sahip çalışmaydı ve “yolculuk” kavramına yeni bir anlam kazandırmıştı: Aforistik anlatımıyla Âmin, “seyahat etmek öğrenmektir” temasından hareketle kurguladığı Baldassare’nin seyahatini, iç diyalog ve bilinç akışı tekniğiyle şekillendirmiş: Ana kahraman Baldassare, içsel kaygılarını susturup, derin bilgiye erişmek için yola çıkar. “Cehaletten daha kötü bir hata yoktur,” algısı, onun kadim geçmişine aittir ve “en doğru” bilgiye ulaşma emeliyle yollara düşer. Aslında amaç, bu bilgiye gösterdiği sadakatsizliğin telafisidir yolculuk.
Hikâye, 20 Aralık 1648 günü, Moskovalı Hacı Evdokim Nikolayeviç’in, 23 yaşındaki Sinyor Tommaso’nun yirmi üç yaşındaki oğlu Baldassare’nin devraldığı antikacı dükkanına gelmesiyle başlar. Doğu Cenovalı ana kahramanın yolculuğu, İncil’e göre, şeytanın (canavarın) yılı olarak anılan 1666 kıyamet yılından dört ay önce başlar. Baldassare, dördüncü kuşaktan Lübnan Cübeyl’deki son trablıdır. (Cenevizlidir) Romanda geçen Bağdatlı yazar Ebu Mahir el-Mazandarani (Asıl adı: Ebu Mahir Abbas) ve adı geçen kutsal kitap yazarın tarihi bir kurgusu olsa da gerçeklik payı olduğunu düşünüyorum, belki yakılmış kütüphanelerden birindeydi tüm kitapları. Mevcut imkanlarla herhangi bir kaynağa ulaşamadım.
Tarihsel kurgu romanı eser, Lübnan Cübeyl’de başlar ve Akdeniz’in doğu kıyılarına kadar uzanır. Bu yolcukta Baldassare’nin tek amacı Allah’ın son kitabı olduğunu öğrendiği, ne yazık ki bilmeden yüksek ücretle Fransız bir Şövalye’ sine sattığı kitabı bulmaktır. Düştüğü bu yolda bir şey deneyimler.
Karmel Papazı: Karmelitlerin (Karmel dağı hacıları, Kudüs) papazı.
Taberiyeli Kabalacı: Taberiye İsrail’de bir gölün adı. Kabala da Yahudi kuralları bütünlüğü.
Malvoisie: (İki testi Malvoisie aldım): Malvasia üzümünden yapılan beyaz Fransız şarabı. Asıl bağlar Yunanistan’dadır ayrıca Portekiz ve Madeira’da bulunur. Geç hasat üzümünden yapıldığından oldukça lezzetli bir şaraptır.
Cappuccino: O kafelerde içtiğimiz bu içeceğin köklerinde bakın ne var? Aziz Frencesco tarikatının bağımsız koluna üye keşişlere verilen ad. Frencesco, Assisili (İtalya) Francis Papa IX. Gregorius’un 1228’de Aziz ilan ettiği mistik Katolik. Tarikatın asıl adı Fransisken, yani Kapuçinolar. Bu rahipleri giydiği kahverengi külahlı ve krem rengi kemerli uzun pardösülerinden dolayı içtiğimiz kapuçinolara benzerliğinden almış bu adı. Kıyafet “külahlı cüppe” olarak geçiyor. Aslında kutsal bir içecek yudumluyoruz.
Levantenler: Osmanlı Devleti içinde yaşamış ve sıklıkla ticaretle uğraşmış Hıristıyan azınlık. Argo tabiriyle “Tatlısu Frenkleri” Bölgenin adı Levant, Akdeniz’in doğu sahillerinin bulunan geniş bir arazidir, Toros dağlarının güneyi, şu anda Lübnan ve Filistin ile sınırlayabileceğimiz bir alan; sıfatlarını oradan alırlar. Levant, Latince güneşin doğuşu anlamına gelir. Kökleri ise 1570’lere dayanır. İngiliz şirketlerinin 1579’da dönemin Osmanlı sultanıyla kapitülasyon anlaşmasıyla kurulan Levant ticari birliklerine kadar uzanan bir hikayesi var. Aynı iş birlikleri Fransızlarla da yapılmış. İşte romanda da geçen meşhur “Şark Ekspresi”, özgün adıyla “Orient Ekspresi”, Paris-İstanbul ticari iş birlikleri için sefer yapar, seferlerin hepsi sayısız gizeme, anlaşmalara ve aşklara şahit olmuştur. Bu sırada da Levantenler İstanbul’da kalırlar ve tüm buluşmalarını Pera Palas’ta yaparlardı. (1883-1977) Biraz ileri detay oldu ama ek not oluversin; Ekspresin seferleri II. Dünya Savaşından sonra durdu ve 1977 yılında Monte Carlo’da satıldı. Vagonları bir kısmı İngiltere bir kısmı da Fas müzesindedir. Levant bölgesi ilk Dünya Savaşından sonra önce Fransız mandası olur; Suriye ve Lübnan’da, daha sonra da İngiliz mandası…
Karaim cemaati: Karay Türkleri olarak da geçer. Kırım’da yaşayan Musevi inançlı Karay Türkleridir ve Musevilik tarihinin en içe kapalı, en kadim topluluklarındandır. Talmudist ve Rabbani Yahudiliği reddeden, sadece gerçek Tevrat’a inanan bu topluluğun geçmişi İstanbul’a iki bin yıllık bir geçmişe dayanır. Kültürel kökleri, Hazar Türkleridir. İstanbul Karayları, fetih sonrası İstanbul’a toplanmışlar ve galata çevresine konumlanmışlar. Çünkü bölgede orta-doğudan göç eden Rumlar ve Sefaratlar vardı. Karaylar Museviliği kabul etmez ve kendilerine de öyle tanımlamazlar; Karaim’im derler. (Yahudilik etnik bir gruba verilen addır, Musevilik ise dini bir inanışın mensubu olma durumudur. Ne her Yahudi, Musevi’dir ne de her Musevi, Yahudi’dir. Yahudi olanların çoğu Musevi’dir ama başka dinlere geçmiş Yahudiler de vardır.) 1600’lü yıllarda Yeni Cami inşaatı sırasında, Müslüman taassuplar tarafından Galata’dan Hasköy tarafına sürülürler, bazıları Karaköy tarafında uzun yıllar kalmıştır. O vakitler bu muhitin ismi de Karaim-köyü olarak geçermiş, Karaylardan dolayı, zamanla Kara-köy adını almış.
Mediciler: Medici hanedanı. XIV. Ve XVII. Yüzyıllar arasında Floransa’da yaşamış güçlü ve etkin bir aile: Üç papa, çok sayıda Floransa hükümdarı ve daha sonra Fransa Kraliyet mensuplarını yetiştirdi. 1737 yılında ölen son erkek Medici’yle, ailenin üç yüz yıllık iktidarı sona erdi. Yerini köklü bir Avrupa ailesi olan Habsburg Lorraine’ler alır. Medici ailesinin mirası halen bugünlere etki etmektedir. Servetlerinin hemen hepsi, bankacılıktan gelmiştir. Ayrıca tarihteki ilk banka zincirini kuranlar olarak bilinirler. Sanata yaptıkları yatırımlar saymakla bitmez.
Sabetaycılar: Sabetayistler. Kitapça çokça bahsi geçen, Osmanlı döneminde yaşamış kripto (gizlilik taşıyan, siyasal inancını gizleyen) Yahudilerdir. Dönmeler olarak da bilinirler. Dışarıda İslam’a dönen ancak kendi içlerinde hala Yahudi gelenekleri sürdürenler. İzmirli haham Sabetay Sevi’nin, XVII. Yüzyılda gelen, beklenen Mesih olduğuna inanan bu grubu en iyi yazar Matt Goldish, Sabetayistler Ermişler kitabında anlatır. Aslında bu topluluk ve Sabetay’ın etrafında şekillenen hareketi sadece bir Kabalist gruplaşma ya da Yahudi mistisizmi açısından ele almak pek doğru olmaz. Mesela daha ziyade, tarihi ve sosyolojik evreleri etkilemiş hareketliliktir. Sevi’nin ve takipçilerinin fikirleri Isaac Newton, Francis Bacon ve Spinoza gibi düşünürleri ve Gül-Haç cemiyetlerini etkilemiştir. İlgileniyorsanız, kitabı almanızı tavsiye ederim. Ancak kitapta, bir kadının kafasını kestirip tahta oturan kişi olarak geçiyor.
Haç Bayramı: (1665) İskenderun ve Antep Hanları neden kurulmuştu? Araçlı ya da araçsız yabanlardan (yerleşim alanlarının dışında, insan bulunmayan ıssız yerler) gelen yolcuların barınacağı, hayvanlarla insanları barınabileceği ve geceleyebileceği yerlerdi o yıllarda hanlar. Selçuklular da Osmanlılar da sosyal bir vazife gördüğünden ve haç zamanı yapılan yolculuklardan ötürü bu hanların yapına çok önem verdiler. Mimari güzelliklerine de özen gösterilen bu mekanlar iki şehir arasındaki uzun mesafelerde orta yerlere yapılırdı. Çoğunlukla da Kervansaray olarak adlandırılırdı. Suyu bol bu mekanların, kahvehaneleri, erzak ambarları ve yem depoları bulunurdu. Kervanlar (uzak yerlere ticari mal veya yolcu taşıyan, ardı ardına sırlanmış bir dizi taşıtın oluşturduğu katar) bu hanlarda en sık Haç zamanında ve bayramlarında uzun kalırlardı. Romanı okurken bu bilgi işinize yarayacak.
Türkçe konuşan karakterlerin yer aldığı romanda, evet, dilimizin 1666 ya dayanan köküne yeniden göz atıyoruz. Tarihte biliyoruz ki ilk “Türk” adıyla anılanlar Gök-Türkler, Türkiye adı ise ilk olarak Bizans topraklarında geçmiş ve VI. Yüzyıl Orta Asya’sını tanımlamak için kullanılmıştır. IX. Ve X. Yüzyıllarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan bölgeye “Türkiye” denmiştir: Doğu Türkiye, Hazar ülkesi; Batı Türkiye ise Macar ilkesidir o dönem. XII. Yüzyılda ise Mısır ve Suriye bölgesi Türkiye olarak tanınmıştır. Anadolu, XII. Yüzyıldan sonra Türkiye ismiyle anılmıştır. İslamiyet’in Mekke’de doğuşundan önce kurulmuş olan Göktürk devletinde ilk kez (552) Türk dili konuşulmuştur: İlk eski Türkçe dönemi. İslamiyet’i ilk kabul eden Karahanlılar da bu Türkçeyi konuşuyorlardı, ayrıca onların birer İslam devleti olarak oluşumuna katkı sağlayan Karluklar da bu dili konuşmuşlar. Bilenen, özetle böyle…ancak ilk çıkış tarihi hakkında hala çok kesin bir kanıt yok. Sadece VII. Ve XIII. Yüzyıllar arasında erişilen bazı yazıtlarda kullanılan Uygur Türkçesidir. Daha sonra dil değişime uğrayarak Karahanlı Türkçesi şeklini almış. Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi, 1070) İslam etkisindeki ilk Türk edebi örneğidir, ardından da Divan-ı Lügati Türk gelir (1077) İlk ansiklopedik Türkçe sözlük: Orta dönem Türkçesi. Yeni Türkçe dönemi XV. Ve XX. Yüzyıllar arası kullanılmıştır ve Latince bir alfabe olan “Vetus” alfabesi kullanılmıştır. Örneğin; mamafih, vakıf, münferit gibi kelimeler bu dönem Türkçesindendir. Demek ki romanda geçen Türkçe, yeni Türkçedir.
Nave: Nef demek, kiliselerdeki ana koridora verilen isim. Oradan geçebilmeye “Nave’den atladı” ifadesi kullanılıyor, yani kutsanmış kişi. Merkez koridoru aşmış olmaları kutsal suyla yıkınmış olmalarıdır.
Voyvoda: Eflaklı Voyvoda’ydı: Slav ülkelerinde kumandan ya da prens anlamına gelir. Osmanlı, Eflak ve Boğdan’ı topraklarına katmadan evvel bu ülkelerin krallarına Voyvoda denirdi.
Mezmur: Zebur’un surelerinden her biri. (Hz. Davud’un kitabı) Mezmurlar söyleyerek dolaşmak.
Huguenot: 1560 yılında Fransa’da örgütlenen bir Protestan cemaati.
Eseri hatıralarımızda tutacak bazı “edebi” cümleler de iliştirdim.
“Kin korkunun kızıdır.”
“Zamanın deliliklerine kapılacak biri değilim ben; çevrem çalkalansa da aklımı korumayı bilirim. Öte yandan istiridyelerin incilerini yaptığı gibi kanılar biçimlendirip sonra üstüne kapanan şu dar kafalı ve küstah yaratıklardan değilim. Kendi düşüncelerim, kendi kanılarım var ama dünyanın soluk alıp vermesine sağır değilim. Yayılan bu kokuyu görmezden gelemem…”
“Her sözcüğü kâğıda düşürmeden önce bir dizi işlemden geçirmeye çabalamak zaman alıyordu. Defterler yazmak bir bakıma hamallık gibi dursa da bu işlem aşaması yazıyı ve ifadeleri çok iyi temizliyordu…”
“Tanrı niyetlerine göre yargılasın seni.” (Bir kabalık karşısında söyleniyor kitapta. Ne şık bir yanıt)
“Yatağa çabuk uzanırlarsa, sevgililer, tatların yarısını yitirmiş olurlar. Sevişmenin ilk zamanları ayakta geçmelidir; hatta bakışmalar ve el-ele tutuşmalar ne kadar uzarsa, aşkın tadına doyum olmaz…”
“Gözyaşıyla ödenmiş bedel, tuzlu suyla geri verilmez.”
“Aşk, sadece arzuyla değil, sabırla da beslenir.”
“Bu işten Sultanı-af kadar saf çıkacaksın.”
“İncinme kertesine eriştim.”
“Bozguna uğramış aklımın son suç ortağı, hayallerimin mezarcısı…”
“İzmir’i bir baştan bir başa fısıltı rüzgarları yalayıp geçiyor.”
“Heyecanının dibe çökmesini bekle…”
“Kim bu satırları yazarken titrediğim ve dilim dolandığı için kınayabilir beni?”
“Yeni yıl başlayacak, yeni çağ başlayacak, eskiden akıllıca görünen gülünç olacak, akıldışı görünen kesinliğin ta kendisi olarak çıkacak karşımıza…Gözlerini açmak için son anı bekleyenleri ışık kör edecek…” (Işık, burada aydınlanma olarak kullanılmıştır ve kıyametin ne olduğunu anlatır.)
“Yıl 1667, 1 Ocak, yani canavar yılı bitti, güneş doğdu. Kitap yanı başımda, onun izinde denizden ve karadan dünyayı dolaşmış oldum…Artık bugünden sonra kapağını açmayacağım bu kitabın. Hatta onu götürüp rasgele bir kütüphaneye bırakacağım. Günün birinde, uzun yıllar sonra gelip biri alsın diye, başka gözler dalsın içinde diye…Bu defteri de burada kapatıyorum”
Günlük şeklinde yazdığı bu romanın son sözleridir bunlar. Âmin Maalouf, son derece bilgili ve entelektüel bir yazar, dolayısıyla onun olayları ele alış şeklini anlamak bir miktar araştırma yapmayı gerektiriyor, yazarın haliyle bu kurgulara dahil ettiği her konu ve olay için oldukça sağlan araştırmalar yaptığını anlayarak okumak daha sevkli olacaktır. Siz iyi okuyuculara bu anlamda ufak bir katkım olsun diye araştırmalarımı paylaştım. Eminim bu bilgiler sayesinde yazarın anlatıları sizin için daha da derinlik kazanacaktır. Bu yazdıklarımdan çok daha güzel cümleler ver kitabın içinde. Amin Maalouf bir şair, usta bir hikâye anlatıcısı ve bizi düşündüren ve “Tanrım, bu nasıl cümle!” dedirten ifade kabiliyetine sahip bir yazar. Okunması elzem yazarlardan. “Afrikalı Leo” dan önce bu eseri okumanızı tavsiye ederim. Aslında ilk bu eseri okunmalı, diğerlerine geçmeden. Yazarın, Orta çağ döneminde doğunun durumuyla ilgili ilk aydınlatıcı kurgu eseri budur.