Hazırlayan ve çeviren: Irmak Erkan
Hans Christian Andersen (1805 – 1875) Kibritçi Kız, Çirkin Ördek Yavrusu, Deniz Kızı gibi eserlerle hepimizin yakından tanıdığı bir yazar. Çocuk masallarının yanı sıra şiirler, tiyatro oyunları, romanlar ve denemeler de yazmış. Bu yazıda Kendi Hayatımın Hikayesi adlı henüz dilimize kazandırılmamış otobiyografisinden bir bölüm paylaşacağız. Yapacağımız kısa alıntıda küçük Andersen’ın babasını kaybettiğinde hissettikleri, zengin hayal gücü, hayata bakışı, inançları görüldüğü gibi bazı masalların ilk izlekleri de sezilebiliyor.
‘Dindar yetiştim ayrıca batıl inançlarım da vardı. İstek ve arzular hakkında o zamanlar hiçbir fikrim yoktu, anne ve babam kıt kanaat yaşıyorlardı, fakat hemen her şeyden bir tutamına sahiptik. Yaşlı bir kadın babamın elbiselerini kesip diker bana uygun hale getirirdi. Ara sıra anne babamla tiyatroya giderdik. İlk gördüğüm uyarlamalar Almanca idi. Das Danouweibchen (1) bütün şehirde en sevilen eserdi; gerçi benim ilk izlediğim opera Holberg’in bir uyarlamasıydı.
Tiyatronun ve kalabalığın içimde uyuyan sanat sevgisini ilk seferde dirilttiğini söyleyemem. Bu kadar çok insanı gördüğümde tepkim “şimdi herkes yanında bir kap tereyağı getirmiş olsaydı ne çok tereyağı yiyebilirdim” şeklinde idi. Tiyatro kısa sürede en sevdiğim mekan oldu ancak ne yazık ki çok ender gidebiliyordum. Afişleri asan biri ile arkadaşlık kurmuştum, bana her gün yeni bir tane veriyordu. Bir köşeye çekilir, önümde gördüğüm karakterlerin ve eserin adına bakarak bütün oyunu hayal ederdim. İşte bilinçsizce ürettiğim ilk eser…
Babam tarih ve İncil de okumasına rağmen en çok oyunlara ve hikâyelere meraklıydı. Okudukları hakkında sessizce düşüncelere dalardı ancak onlar hakkında konuşmaya başladığında annem onu anlamazdı ve babam daha da sessizleşirdi. Bir gün şu sözleri söyleyerek İncil’i kapattığını anımsarım: “İsa da bizim gibi biriydi ancak sıra dışı biri.” Bu sözler üzerine annem dehşete düştü, gözyaşlarına boğuldu. Ben de üzüntü içinde babamın bu kaygı verici çirkin sözlerini affetmesi için tanrıya dua ettim. Kalplerimizden başka yerde şeytan yoktur, demişti bana bir gün ve onun ve ruhu adına üzülmüştüm. Benim bu konuda inancım anneminki ve komşularımızınki gibiydi. Babam bir sabah uyandığında kolunda üç tane çizik görmüştü, sanki şeytanın onu varlığını ispat etmek istercesine ziyaret ettiğini düşünmüştüm. –olasılıkla sebebi bir çiviydi.-
İlerleyen günlerde babam ormandaki gezintilerini arttırdı, hiç durup dinlenmiyordu. Almanya’daki savaşta olan bitenler zihnini tamamen meşgul ediyordu, gelişmeleri gazetelerden merakla okuyordu. Napolyon ona göre bir kahramandı. Kaosun ardından gelen şahlanışı bunun benzersiz bir kanıtıydı. O zamanlar Danimarka Fransa ile birlikte hareket ediyordu. Babam askere yazıldı. Er olarak başlamıştı ancak teğmen rütbesi ile dönmeyi umuyordu. Annem hıçkırıklara boğuldu. Komşular ise omuz silktiler, zorunlu olmadığı halde askere gitmek, orada vurulup ölmek akıllı işi değildi.
Birliğe katılacağı sabah babamın neşe ile şarkı söylediğini, konuştuğunu duydum, aslında yüreği tasalıydı. Ayrılmak üzere iken beni tutku ile öpmesi dikkatimi çekmişti. Davullar çalınca annem babama şehrin kapısına kadar eşlik etti. Bense kızamık çıkarttığım için odamda tek başıma yatıyordum. Onlar gidince yaşlı büyükannem içeri girdi, yumuşacık bakışları ile beni süzdü. Ölmemin en hayırlı şey olacağını ama yine de tanrının takdiri olduğunu söyledi. O gün ilk gerçek üzüntümü yaşadığımı hatırlarım.
Alay Holstein’in dışına çıkmadı. Barış sağlandı. Gönüllü askerler evlerine geri, işlerinin başlarına döndüler. Her şey eskisi gibiydi. Ben oyuncak bebeklerimle oynuyor, güldürüler canlandırıyordum. Hepsi de Almanca idi çünkü şimdiye kadar onları hep Almanca konuşurken görmüştüm. Ancak dilbilgim kendi uydurduğum sözcüklerden ibaretti. Bildiğim tek gerçek Almanca sözcük “Besen” idi. O sözcüğü de babamın Holstein’den döndüğünde kullandığını duymuştum.
Babam günün birinde “yaptığım gezilerden faydalanmalısın” demişti bana. “Nereye kadar gidebileceğini tanrı bilir. Bu iş senin sorumluluğunda, biraz uğraş bakalım Hans Christian.” Fakat annem bu konu her açıldığında evde kalmamı ve yolculuklarda babam gibi sağlığımı kaybetmememi tembihliyordu.
Babamın durumu buydu. Sağlığı kötüye gidiyordu. Bir sabah heyecanla uyandığında sadece Napolyon ve seferlerini sayıkladı. Hayalinde kendisine komuta görevi verilmişti. Annem beni hemen doktor yerine Odens yakınlarında yaşayan ermiş bir kadına gönderdi. Kadın bana sorular sordu, kolumun uzunluğunu yün ip ile ölçüp biçti, garip işaretler yaptı, yeşil bir sürgünü göğsüme sıkıştırdı, söylediğine göre İsa’nın çarmıhı ile aynı ağaçtanmış. “Şimdi git,” dedi bana. “Nehrin kenarından yürü. Eğer babanın öleceği varsa yolda onun hayaleti ile karşılaşırsın.”
Benim gibi batıl inançlarla dolu ve hayal gücü çok hızlı harekete geçebilen bir çocuğun ne kadar korkmuş olabileceğini sanırım tahmin etmişsinizdir.
Annem eve vardığımda bana yolda bir şey görüp görmediğimi sordu. Ona hiçbir şey görmediğimi söyledim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Babam ise üçüncü gün öldü. Cesedi hala yatağın üzerinde olduğundan o gece annemin yanında uyudum. Sabaha kadar ağustos böcekleri vızıldayıp durmuştu.
“O ölü,” dedi annem. “Artık onu çağırmana gerek yok. Ayaz Kız (2) onu alıp götürdü.”
Ne demek istediğini anlamıştım. Geçen kış pencere camları donduğunda babam bize camda kollarını açmış bir kız şekli göstererek, “işte orada, beni almaya geldi,” demişti. Annem şimdi onu hatırlatmıştı ve benim de zihnimde yer etmişti söyledikleri.
Babam Aziz Knud Klisesi’nin mezarlığına gömüldü, sunaktan gelirken kapının yanına hemen sol tarafa. Büyükannem mezara güller dikti. Bugün aynı alanda iki yabancının mezarı daha var, yemyeşil çimen onların da üzerini örtüyor.’
(1): Tuna’nın Denizkızı, Johann Strauss tarafından 1887 yılında bestelenen vals.
(2): Dancası Iisjomfruen, İngilizcesi Ice Maiden, (İngilizcesi Snow Queen olan Snedronningen ile karıştırılmamalı). Aynı adlı hikâyeyi Andersen 1861 yılında kendi uyarladığı bir masal olarak da yazmıştır.
edebiyathaber.net (18 Temmuz 2022)