Apar topar girdim kâbeye… Alnımdan burun kanatlarıma, ensemden kuyruk sokumuma hücum ediyordu tuzlu mu tuzlu ter kuvvetleri… Zamkinosları ekarte edip cızlamı çekmişim, dilim de damağıma yapışmış… Antifiriz şart bünyeye…
Boş bi’ masa bulup bıraktım alesta emanet bedenimi sandalyeye. Oh yeah, dedi zırtapozun teki! Tükürür gibi baktım andavala, sararmış dişlerini gözüme sokarcasına güldüğünü zannediyordu. Canım burnumdayken meşgul olamazdım bu dümbükle… Durum vaziyetini iskandil ettim. Piyizlenen üç beş gedikli hâfız vardı içeride. “Lebün üzre sanasın ca’d-i zülfün/Asılmış ber-der-i meyhâne çenber” dedirtecek bir âfet nerdeee!
Bizim Vefalı Hıristo’ya seslendim nefesimi idareli kullanarak: Lüferaki, fresko haa! Dudaklarının arasında sersem sersem sallanan cigarasından yayılan mavimtırak dumanı bi’ boyun hareketiyle çalımlayıp göz kırptı: Amesos! “J’aimerois mieulx que mon fils apprinst aux tavernes à parler qu’aux écholes de la parlerie” diye buyurmuşsa Montaigne Beyefendi, vardır di mi bi’ hikmeti!
Sapı Afrika gülünden mamul Böker çakımı ve 4810 rakımını altın ucuna nakşetme inceliğini gösteren mürekkepli kalemimi, mat siyah kapaklı kallavî kareli defterimin üzerine usulca koyup burun deliklerimden sızan pekmez kıvamındaki kanımı, yumruk yaptığım sağ elimin tersiyle sildim. Of, ne yaman râhiya lan bu! Kan kokusuna hastayım; lâkin şu Nishane ANI’ya bi’ başka âşığım be! Öyle “kaşık” der gibi “aşık” diyenlere ise fena hâlde gıcığım! Bi’ de bu tipler tam zırtullahi kirmânidir ha!
ANI başka, Ani bambaşka! Ani Harabeleri’nde “Sarı Gelin”i çığırırsın, hâtıralar nehrinde Arpaçay’da Arto Tunç Boyaciyan’ı da hissedersin kalbinde… Zekice bir isimlemece! Şu koku mevzuu tuhaf olduğu kadar da girift yahu! Çaya batırılan bir madeleine kekin ecnebi âlemin şöhretli kalemi Marcel Proust’a ilham ettiklerini çok iyi tefrik edebiliyorum şimdi.
Vanilyanın domine ettiği bir girizgâh ile pembe biber, bey armudu (evet evet, o havalı kelime Fransızca dilinde “bergamote”, İtalya lisanında “bergamotto” olarak salınır ve bu müstesna kelime halis muhlis Türkçe olup şekli armuda benzeyen bir tür portakaldır) ve zencefille şölen başlıyor! Extrait olmasının bu okkalı girişte rolü var bittabii. İlerliyoruz uygun adım… Kakule ile zarif bir gül dokunuşuna şahit oluyoruz, “solgun bir gül oluyor dokununca” fehvâsınca. O lâ lâ! Dakikaları uç uca ekliyoruz, o da ne! Dumanlı, enfes bir râhiya bu! Yoksa bourbon mu bu? Lâtif azizim! Parfumeur Cécile Zarokian Hanımefendi’nin maharetiyle pastahâne ortamından çıkıp sedirin mihmandarlığını yaptığı ağırbaşlı bir kaideye oturuyor ele avuca sığmayan bu yaman harman…
Fan Your Flames tesmiye edilen gourmand eserin kesif tatlılığına burun kıvıranların gözbebeği olması muhakkaktır zannımca ANI’nın. Dört mevsimlik bir şölen bu! Direklerarası’nda Karagöz–Hacivat ile gönlümüzü, ruhumuzu yıkarken ANI’larımızı tazelemenin keyfini çıkartıyoruz alabildiğince… Fava da ister misin, diye fısıldadı kulağıma Hıristo. Mesihî’yi düşüneyazıyordum tam o esnâda. İmam suyu, demedim. Çapa çupa kumanyayla işim olmaz a! Bırak, dedim. Favayı da carmakçuru da… Bileğimle flörtleşirken (kâh Böker kâh lakerda ANI ile olur bu mesaim) sanki Samim Kocagöz ile Salâh Birsel dergâha dalıp enseme sağlı sollu şaplak indireceklermişçesine bir his uç verdi kalbimin en ücra köşesinde… Yok devenin nalı! Hayalin de bi’ haddi hududu var, var da adamakıllı ahududu likörü yok, harsı (küllük “kültür”ünüz sizin olsun culture dümbelekleri!) üç otuz paralık dünyevî hırslara satanların rahmini delik deşik ettiği cânım İstanbul’da!
Adnan Algın – edebiyathaber.net (16 Haziran 2020)