Söyleşi: Ece Karaağaç
Anıl Nişancalı’nın Evren Bozması, delikanlılığının ilk çağlarında aşk, aile ve sistem arasında sıkışan bir serserinin yapıp ettikleri olarak özetlenebilir. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan romanla ilgili olarak yazarla konuştuk:
Edebiyat ortamımızda yeni bir yazarsın, seni biraz tanıyarak başlayabiliriz bence.
Edebiyat anlamında çok bir şey yapmadım bugüne kadar, Sadece tiyatro oyunu yazdım. 2007’den beri Ferhan Şensoy’un yanındayım. Onunla oynadım, onunla yazdım, ışık yaptım, turnelerde avanesi oldum. 2009’da yeni bir proje kapsamında Şehir Tiyatroları’na oyun yazdım. Galataperform’un Liseli Gençler Oyun Yazıyor projesi kapsamındaydı. Hep lise tiyatrosu yaptım. Lise tiyatrosu çok büyük bir mafya, biraz da orada yetiştim yani. Beş sene okuduğum için liseyi beş sene boyunca lise tiyatrosu yaptım. Ataköy Anadolu Lisesi mezunuyum. Sonra Haliç Üniversitesi Konservatuvarı’na girdim, orada Müşfik Kenter’in öğrencisi oldum. Müşfik Hoca hayatını kaybedince okul da hayatını kaybetti. Şimdi İstanbul Üniversitesi Çağdaş Yunan Dili bölümündeyim. Edebiyat Fakültesi’nde bir yer olsun istedim, oldu da. Benim öğrenciliğim bitmez. Bir yandan da listelist.com’da yazarlık ve editörlük yapıyorum. Geçen sene arkadaşlarımızla bir tiyatro ekibi kurduk, Lab. İşleri ismini verdik. Oraya bir oyun yazdım; Albert Camus’nün Yabancı’sını tiyatro oyunu haline getirdim. Camus’nün başka bir iki oyununu daha aldım, kırdım, çarptım, biçtim ve Camus’yü de içine bir anlatıcı olarak koyup bir tiyatro oyunu yaptık arkadaşım Alp Ataman ile. Cinayetle İlgili Tatlı Hayaller’di ismi. Şu anda da sıfırda bir oyun yazmakla uğraşıyorum. Bir de bu Evren Bozma’m var.
Peki bu yazma mevzusuna nereden başladın, nasıl başladı senin için?
Yazmak benim için Ferhan Hoca’yla başladı. Ben çok küçüktüm, Ferhan Hoca’yla da çok komik bir tanışma hikayem vardır zaten. “Bu adam olabiliyor muyum ben?” dedim. “Zorlarsan olursun tabii,” dediler çünkü on yaşındayım daha. “Ne yapıyor bu adam?” dedim. “Oğlum tiyatrocu, yazar,” dediler. Ben yazar kısmını hiç düşünmedim. Tamam o yazıyor, ben okuyorum. Benim yeteneksiz bir oyuncu olduğum anlaşılınca elimde Ferhan Hoca’ya yakın tek bir şey vardı; yazmak. Ve gerçekten 15 yaşımdan 17-18 yaşıma kadar, hani nasıl kötü anlatan güzel fıkrayı piç eder ya ben de öyle Ferhan Hoca’yı piç ede ede yazdım, birebir aynı şeyleri yazıyordum. 14 yaşında adam Rönesans falan yazamaz. Ben de yazdığımı sanıyordum çünkü Rönesans’la ilgili güzel bir cümle var Ferhan Hoca’da. Ondan sonra Ferhan Hoca “Sen yazıyorsun. Haldun Taner bana ‘Sen yazar olacaksın,’ dedi ve benim hayatımı değiştirdi. Sen yazar olacaksın, o yüzden çok fazla yaz,” dedi. Oradan başladı yani.
Biraz öykünerek başladın yani?
Tabii ki öykünerek! Meğer benim asıl yapabildiğim, asıl mutlu olduğum şey buymuş yani. Sahnede kötüyüm ama bir şey yazdıktan sonra o kötüyse bile beni mutlu ediyordu. Sonra böyle devam edebileceğimi hayat bana gösterdi, çünkü çok şanslıydım. Bir şeyler yazmak istiyorsun ve Ferhan Şensoy var. Bir şeyler yazmak istiyorsun ve Şehir Tiyatroları çıkıyor karşına. Hep bir alanım vardı yani benim yazabilmek için. Evren Bozması hariç her yerde talihim bayağı iyi gitti.
Hariç derken?
Evren Bozması çok sağlam bir bohçaya döndü çünkü. Kitap yazıldı, bütün yayınevlerine gönderildi. Hiçbir yayınevi almadı kitabı. Almadı derken, ulaşmadı onlara. “Bize öyle bir kitap ulaşmadı,” dediler. Ben bir dört ay kadar cevap bekledim. Ondan sonra her yerden reddedilmeye başladı. Bazı insanlara okutuyorum. İnsanlar “Bir şeyler yapabiliriz,” diyorlar evet ama cevap gelmiyor. Yayınevleri genelde beğenmiyorlar, çok kısa diyorlar falan.
Buradan hareketle yeni bir yazarın kitabını bastırmak istediğinde geçtiği yollardan bahsetmek ister misin? Bir şeyler yazan çok fazla insan var ama o kadar yayınevi yok ortada. Orada bir karmaşa var aslında. Nereden başlayacaklarını bilemiyorlar.
Evet, bu aslında çok enteresan bir şey. Ben bununla ilgili hiçbir kaynak bulamadım mesela. Yayınevi var aslında, o kadar kitap okuyan insan yok. Çok kitap okunan bir ülkede yaşamıyoruz, bu yüzden editörlerin gerçekten çok ince eleyip sık dokuması lazım. Tamam kitap basıyorlar ama onlar da bir şirket ve para kazanmaya çalışıyorlar. Ya ince eleyip sık dokuyacaklar ya da “Biz bu kitabı çok sevdik ve kendimiz için basacağız,” diyecekler. Ama her halükarda bir şans verilmesi gerekiyor yani, sonrası geliyor.
Peki senin yolun Ayrıntı Yayınları ile nasıl kesişti?
Ayrıntı özel olarak arayıp kitabın ne olduğunu sormadığım tek yayıneviydi. Çünkü hiç umudum yoktu oradan. Oraya kitabı bir ütopya olarak yolladım. Chuck Palahniuk, Jack Kerouac, Jean Genet filan hep oradan okuduk ya; hadi bir de Ayrıntı’ya yollayayım dedim. Haddimi aşmışım gibi gelmişti. İnsanlar kitabın durumunu sorduğunda da utanmadan “Çıkacak Ayrıntı’dan!” falan diyordum. “Nasıl Ayrıntı’dan çıkacak?” diyorlardı ama ben o günü kurtarıyordum mesela. “Oh, herkes beni Ayrıntı’da biliyor!” diyordum. Çıkmazsa? Nasılsa sektörü bilmiyorlar, işte olmadı falan derim. “Anıl ne yaptın?” dediklerinde “Ya editörden bir revize geldi, onunla uğraşıyorum,” diyordum ama aslında kitabı okuyordum evde ve kimsenin umurunda değildi yani. Sonra bir gün Ömer Türkeş’ten bir e-mail geldi durup dururken. Ama ben kitabı oraya gönderdiğimi bile unutmuşum, Ayrıntı da reddetmiştir diye düşünüyorum. Başka bir yayınevi çok kısa bulmuştu şansıma. Benim de o dönem bir yazasım varmış ve kopamamışım demek ki tekrar bir dosya haline getirdim ve Ayrıntı Yayınları’na attım. İki ay sonra “Merhaba, dosyanızı yayınlamaya karar verdik,” diye bir mail geldi. Sonrası çok hızlı gelişti, bir buçuk hafta sonra kitap benim elimdeydi.
Biçim olarak daha evvel tiyatroyla bir alakan olmuş, tiyatro metinleri de yazmışsın. Roman ise aslında çok daha farklı ve tiyatroya göre de yalnız bir biçim. Peki seni roman yazmaya götüren şey neydi?
Tiyatro oyunu yazacak kadar sosyal hissetmiyordum o ara kendimi. Hikayelerim vardı ama ilk kitabı ne zaman yazacağımı düşünüyordum. Ve hala bunu aşamamış bir şekilde şunu düşünüyordum: “Ferhan Hoca ilk kitabını 27 yaşında yazdı, bense bu kitabı 20 yaşımda yazdım. Benim 7 senem daha var.”
Yani senin için de aslında böyle bir kıyas vardı, öyle mi?
Hala var. Şu anda da var. Her çocuk baba figürüyle yarışmaya çalışır. Kitap çıktı, ilk ona götürdüm zaten.
Peki senin kafandaki sınır Ferhan Şensoy muydu? Yoksa başka yazarlarla da kıyaslıyor muydun kendini bu şekilde?
Yani 27 yaşını geçince de sanırım ilk kitabını 29 yaşında yazmış biriyle yarışmaya başlayabilirdim. Böyle şımarık bir yanım var sanırım. Diğer yazarların hepsine hayranım ama Ferhan Hoca benim babam. Asistanlığını da yaptım, ışığını da yaptım, sırf tecrübe etmek için turneye bile gittim. Kendimi ona kanıtlamak istemiş olabilirim. Ama şu konuya da dönmek istiyorum; ben üniversite birinci sınıfta çok sağlam aşık oldum. 85 kiloydum, şu an 60 kiloyum. Evren Bozması’nın bana verdirdiği kiloları geri alamadım hala. Çok sağlam aşık oldum yani. Bir gün arkadaşlarla evde oturuyoruz, arkadaşımın kız arkadaşının bir sonraki güne bir skeç ödevi vardı yetiştirmesi gereken. Bana sordu “Anıl ne yazayım?” diye. Dedim ki “Bir kadın yaz. Evdeki yalnızlığı kovsun. Gece’yi anlattım yani. Daha cümleyi bitirmeden ‘Tamam boş ver, bunu ben yazacağım. Sen yazma,” dedim. Sonra bunun kuluçkasına oturdum. Benim kafam öyle işliyor, hemen not almaya başlamam, ben onu hayal ederim çok uzun bir süre. Bir gece uyuyordum ve uykumdan uyandım resmen. Öyle süper yazar tribinde uyanmadım ama. Tuvalete kalktım ama şansıma ayık uyandım resmen, bir şeyler dönüyordu aklımda. Arkadaşlarıma gidip “Bilgisayarı verin, ben yazacağım,” dedim. “Abi veremeyiz, çok önemli bir işimiz var,” dediler ama ekranı da bana göstermiyorlar. Neyse ısrar kıyamet aldım bilgisayarı. Böylece Gece’nin ilk hikayesini yazdım ve aşık olduğum kıza gittim. “Ben kitap yazdım, okur musun?” dedim. “Aaa! Çok isterim, okurum,” dedi. İlk bölümü verdim, okudu, devamını istedi. “Devamını yasal sebeplerle veremem,” filan dedim. Yazmıyor değildim, yazıyordum ama sanırım amacım tamamen kendimi etkilemekti.
Yani aslında Evren Bozması’ndaki anlatıcı karakter sen misin? Bunu mu çıkarmamız gerekiyor bu söylediğinden?
Değilim, tiyatrodan şöyle bir avantajım oldu; yaşayan bir karakter yaratmanın ne olduğunu tiyatrodan biliyordum. Bu karakterle ilgili bir şeyler yazmaya başladığımda kendimden yola çıkarak kurgu bir karakter yarattım. Bazı şeyler gerçekten çok otobiyografik, benden daha fazla ben hatta! Bazı şeyler de “Ben buna ne derdim?” ya da “Böyle desem ne olurdu?” şeklinde ilerledi.
İthaf kısmında “Ferhan Şensoy’a… Beni hayatımdan kurtardığı için…” demişsin. Kitapta da ana karakter babasına söylüyor aynı cümleyi. Ferhan Şensoy bir baba figürü mü senin için?
Ben ne başardıysam onun sayesindedir dedim ve o neyi onayladıysa başarmışım diye kabul ettim. Baba figürü lafı ucuz geliyor bana, öyle dememek için zaten bu cümleyi kullandım. Basit bir şey değil. Sonuçta yaşadığım ülkede benim her şey olma lüksüm var. Çok alakasız biri de olabilirdim, serseri de olabilirdim, ne bileyim lisede okurken tutup biri tarafından bıçaklanabilirdim bile! Her şey olabilirdi. Ama bu adam beni ensemden tutup kaldırdı ve olabilecek bütün diğer ihtimallerden uzaklaştırdı. Çağ olarak aile anlamında da arkadaşlık anlamında da sahipsiz yaşıyoruz. “Ben tek başıma çok iyiyim,” diyenlere inanmıyorum. Tek başına olan kurşun gider duvara saplanır. Hayatın bir döneminde birinin bize sahip çıkması gerekiyor ki ergenlik çok tehlikeli bir dönem. Ferhan Şensoy o dönemde benim elimden tuttu. Sonra da elini hiç çekmedi üstümden. Ve daha güzel bir şey var; sevmeye çok ihtiyaç duyarız ya, bana karşılıksız sevebileceğim bir alan bıraktı. Ben ne zaman moralim bozulsa Ferhan Hoca’yı çok seviyorum mesela. Ben metroda çok daralırım, o yüzden metrodayken yanımda mutlaka bir Ferhan Şensoy kitabı vardır. Rastgele okurum, hepsini de ezbere biliyorum zaten. Beni alıp götürdüğü yer illa ki onun anlattığı şeyler olmak zorunda değil, onu ilk okuduğum ana ya da onunla ilgili başka bir ana dönerim ama bana bir yol yapıyor illa ki.
Peki bu kitapta isimsiz anlatıcının temel problemi onu ensesinden tutup çıkaran hiç kimsesi olmaması mı? Yani onun hayatında da öyle bir adam olsa bu roman başka bir roman mı olurdu?
Hayır. Pek öyle bir şeye ihtiyaç duyan biri olduğunu düşünmüyorum açıkçası. O zaman böyle bir roman olmazdı çünkü bu çocuğum böyle bir derdi olmazdı.
Bu çocuğun derdi nedir peki?
Bu çocuk, inan bana, bitirdikten sonra en nefret ettiğim karakterlerden oldu. Çünkü bencil, şımarık ve bir çocuk değil aslında. Çocuk kalmış adam modunda biraz, büyümüş. Kafası çalışıyor herifin. Sürekli bir yerlere referans veren, oradan buradan alıntı yapan bir hali var, çok güzel, kafası da çalışıyor. Ama saçma bir melankolinin içinde. Biraz da kendimi eleştiren bir hal. Bu böyleydi çünkü, böyle oldu. Ama bu durumu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyorsa o insanın bir problemi yoktur bence, yaratıyordur. Bazı yerlerde anlatmaya çalıştım zaten, Büyüyen Güzel karakterine çok aşık ama Büyüyen Güzel karakteri onu niye reddediyor? Ya da Büyüyen Güzel böyle bir sorumluluğun altına girmek zorunda mı? Adam onu çok seviyor ve bilinç anlamında çok sağlam bir tercih var orada. Adamın sorunu tamamen şımarıklığı, başka hiçbir şey değil yani. Tamam Büyüyen Güzel’i çok seviyor ama neden bu ilişki sürmedi? Belki Büyüyen Güzel’le tanışmıyor bile!
Tanışsalar bile tanıdığı manasına gelmez.
Aynen! Büyüyen Güzel bunu telefonuna ismiyle kaydetmemiştir yani, Whatsapp’ta filan numarasıyla duruyordur, öyle bir alakasızlık bahsediyorum.
Bazı karakterlere isim vermişsin ama Büyüyen Güzel neden Büyüyen Güzel? Çocuğun gözünde mi büyüyor yoksa başka türlü bir büyümeden mi bahsediyoruz?
Çocuğun gözünde bir büyüme var. Bu şuradan çıktı, her yazarın kendine göre bir üçkağıdı vardır ya, ben de isim bulmak konusunda hep bir sıkıntı yaşadım. Her ismin bir karakteri vardır ve o karakteri kirletmek istemedim. Ben algıladığım bir şeyi sana anlattığım zaman o şeyin gerçek olması için senin de onu görmen gerekir ya, biz burada olayı tamamen bir tipin ağzından dinliyoruz sadece. Bu yüzden etraftaki şeylere dair anlattıklarına ben yüzde yüz güvenmiyorum ve aynı şekilde Büyüyen Güzel’i de bir insandan ziyade olgu olarak gördüğünü düşünüyorum. Saçılıyor, pastel renkler atıyor etrafa filan.
Yani Büyüyen Güzel burada sevginin öznesi değil de nesnesi mi? Adam bir şeyi sevmeye ihtiyaç duyduğu için mi orada?
O da var. Ama Büyüyen Güzel aslında tam olarak öznesi. Yani ona baktığında ben saf olarak bir kadın gördüğünü düşünmüyorum. Gördüğü şey belki onun gördüğü şey değil. Manyak gibi seviyor yani. Belki de sevdiğini sanıyor, bilmiyorum. Manyak gibi seviyor sadece, bunu biliyorum. Ama şu da var birini sevme ihtiyacı ve biri tarafından sevilme ihtiyacı had safhada olan şeyler.
Yani Büyüyen Güzel’i adamın gözünde büyüten bu iki ihtiyaç mı?
Büyüyen Güzel’i adamın gözünde büyüten, evet, bu iki ihtiyaç. “Ben onu tanımadan önce yaşamıyordu. Biz tanıştıktan sonra oldu ve büyümeye başladı,” diyor kitabın bir yerinde. Bencilce bakıyor belki de. “Ben o kadını tanımadan evvel onun ne yaşadığının hiçbir önemi yok. Ben onu tanıdım, o ben onu seveyim diye var ve ben onu çok seviyorum.” Diyor. Böyle bir krizden bahsediyor yani. Biraz da masalsılık katmak istedim tabii. Ben masalları çok severim çünkü.
Biraz kitabın sonuna doğru gelecek olursak hikayenin Gezi Parkı’na bağlandığı bir yer var. Karakterin yaşını tam olarak söylemesen de aşağı yukarı aynı yaşta olduğunuzu düşünüyorum. Ve Büyüyen Güzel’le yapılan bir telefon konuşmasıyla bu kendi halinde, kendi derdinde çocuklar ortak bir noktada buluşuyorlar. Kendi kuşağımız adına da düşündüğün zaman Büyüyen Güzel gibi hafif boyalı bir kız çocuğunu o parka, o sokaklara taşıyan nedir sence?
O dediğin boyalı kızları, o pahalı gömlekli ve tek derdi hafta sonu olan oğlanları Gezi Parkı’na daha evvelden giden insanlar taşıdı. Çünkü onların aklına ilk defa şöyle bir şey geldi: “Lan oğlum bir şey oluyor!” O bir şey dediğin aslında bu ülkede her sene defalarca oluyor. Her sene bir şeylerin direnişi, mitingi oluyor. “ Aa! Bir şey oluyor!” dediler ve o Cumartesi gecesi gece kulübü yerine Taksim’e çıktılar. “Ya gidip bir bakalım, bir iki bira çakalım, döneriz sonra,” diye. Hepsi sosyal medyadan canlı yayındaydı Gezi’ye giderken. O şekilde gittiler ve orada bir şey gördüler. Onların aklına göre ortada bir şey yok ama bu insanlar bir şeyi savunuyor. “Neyi savunuyorsun?” dedin mi zaten sen o davanın içine girmiş oluyorsun. Onların açısından olan bu. Beni çeken şey ise bambaşka bir şey oldu aslında. Siyasetten çok korkan bir neslin çocuklarıyız ya biz, aslında bu kadar çok eylem ya da miting olurken hiçbirinin ucu bize dokunmuyordu. Ama ilk defa hükümet bu gençlerin tavuğuna kışt dedi. Ve bunu derken kendi alıştıkları gibi bir gençlik olmadığını akıl edemediler. Bizim her türlü bilgiye erişme şansımız var. Bilgiden kastım, başka türlü bir hayatın mevcut olduğu bilgisine çok rahat ulaşıyoruz. Onların kullanamadığı bambaşka bir şey de var, çok klişe gelecek ama, biz en azından sevgiyi nasıl kullanacağımızı bilerek yaşadık. Orada insanları bir arada tutan iki şey var; sinir ve sevgi. Sinirliydik çünkü bir Superman’ın gelip her şeyi temizlemesi gereken bir kaos vardı ortada, insan gücü yetmiyordu artık. Sinirden “Gaz atmayın artık!” diye kendini paralayan insanlar vardı. Ve bir yandan da herkes gidince millet birbirini sevmenin tadını aldı ve birbirine yardım etmeye başladı. Bizi oraya çeken şey de bence bu oldu, çünkü öbür türlü bir gün sürerdi bu olay. Eve gittiğinde de vicdan azabı duymazdı hiç kimse.
Bu kuşak biraz aslında beraber acı çekmenin tadına mı vardı sence?
Ne kadar güzel olurdu! Sonuçta benim artık çocuklarıma anlatabileceğim bir şey var! Biz anne babalarımıza benzemeyeceğiz. Onlar bu konularda çok korkarak yetişmişlerdi, o yüzden bizim de aktif olmamız çok mümkün değildi çünkü refleksimiz kalmamıştı. Biz okuldan eve, evden okula giden çocuklardık. Beraber acı çekmenin tadını umarım almışızdır. Çünkü beraberlik başka türlü olmuyor. Sonumuz her türlü acı yani.
Peki sence o günden bu güne dayanışma ruhu ne kadar devam ediyor?
27-28-29-30-31-32-33-34 Mayıs’ta herkes çok solcu, çok siyasi! Ama bunun 36- 37 Mayıs’ı da var, bu iş bitmiyor. Soma’da cinayet işlendiğinde biz tiyatro oyunumuzu iptal ettik. Ama oyunumuz Taksim’deydi, Taksim’e çıkalım dedik. Bu arada oyun cehennemde geçiyordu ve biz bunu pekala Soma’ya da yorabilirdik. Ama yapmadık, hoş görmedik bunu. Ama biz sokağa çıktık o gün. Ve benim o gün bizzat gördüğüm Gezi’de bana “Hadi oğlum!” diyen arkadaşlarımın hepsi gece kulüplerinde, sokaklarda eğleniyorlardı. E hadi! Toplumsal bir şey var! Senin tavuğuna kışt dendiğinde sen bir tepki verdin. Başka bir şey daha var şimdi ve bu senin Gezi’nden daha değersiz değil. Gezi’yi çok romantik bir şey olarak algılayıp instagram’a fotoğraflarını filan koydular. İnsanlar siyasete ilişkin vicdanlarını rahatlattılar ve kabuklarına çekildiler. Gene içinde olan devam ediyor yani. Bugün sokağa çıksan yine herkes çok siyasi çünkü 31 Mayıs. Peki bir hafta sonra görüşelim mi? O zaman da “Abi bilmiyorum ya, olay molay çıkmasın?” oluyor. Buna dönüyor yani.
Sanırım bu sadece orada hayatını, çocuklarını ya da uvuzlarını kaybedenler için tam olarak bitmiyor galiba.
Çok acı ya. Orada olanı romantiklik olarak değil de gerçek bir şey olarak algılayanlar için bitmiyor galiba. Bende bitmedi tabii ki. Bende bitecek olsa ben kendim için ölümsüzleştirmezdim bu anı. Ama o kalabalık vardı ya, o saman aleviydi ve söndü diye çok korkuyorum. Bu da beni çok üzüyor. Ben şuna inanmak istiyorum; yarın buna benzer başka bir şey daha olduğunda hadi yine beraber miyiz? Beni kolluyor musunuz? Bunu hissetmek istiyorum. Ama şu an böyle bir şey yok tabii ki.
Kitapta anlatıcı karakterin uyanışıyla Gezi Parkı olaylarının başlangıcı sanki denk geliyor gibi. Bu özellikle yaptığın bir şey mi?
Özellikle yaptığım bir şey değil ama çok güzel denk gelen bir şey oldu. Ben kitabı bitirdiğimde 25 Mayıs’tı. Kitabın finaline dair hiçbir şey bilmiyordum ve tıkandım resmen. Gitmiyor daha, hiç ellemedim ve birkaç gün sonra çadırları yaktılar. Evde oturmak gibi bir lüksüm yoktu. Zaten Ortaoyuncuları’nda oyunumuz vardı, biz yine oyun varmış gibi gittik. “E hadi lan!” dedik. “Hadi sokağa.” Ben beş günün sonunda eve dönebildiğimde beynimde sadece şu cümle vardı: “Tarih ve edebiyat sizi affetmeyecek!” Ben böyle bir slogan duydum. Bağırıldığını hatırlıyorum. Bir de ben 15-16 yaşından beri Türkiye’nin ayakta kalmayı başarmış 2-3 politik tiyatrosundan birinde olduğum için hiçbir zaman siyasetle çok alakasız olmadım. Okumayı yazmayı babamın Gırgır’larından öğrendim, siyasi mizaha da yakındım yani. Ben öyle değildim ama şunu gördüm ki etrafımda hiç siyasetle alakası olmayan birkaç arkadaşım da birden ve çok sert bir şekilde algıladılar bir şeyleri ve bu onlarda bir iz bıraktı. Bugün bu adamlar duruşlarını, direnişlerini hala sürdürüyorlar. En azından gazete okumaya, neyin ne olduğunu düşünmeye ve oy vermeye teşvik olmuş durumdalar artık. Ben bunu da yazdım ve benim neslim de bu kitaptaki gibi birden algıladı meseleyi. Telefonlar çekmiyor, kimse Twitter’dan bir şey öğrenemiyor. Televizyonu açıyorsun, oligarşik şerefsiz penguenler var. Bir şey oldu ama ne olduğunu bilmeden oraya gidip birden uyandılar. Karakterin sonraki tutumuna da yer vermedim bu yüzden. Bir uyanış olarak kalsın istedim.
Hikayeyi bitirdiğin yerden sonra karakterine ne olduğunu düşündüm mü hiç yazdıktan sonra?
Buna şu an üç ayrı cevap verebilirim. Birincisi şu; bu siyasi bir kitap değil, bir gençlik romanı da değil bence. Bu bir aşk romanı. Aşk da değil de aslında, bir sevme romanı. Aşk yaşanmıyor çünkü, yaşanıyorsa bile kendi içinde yaşanıyor. İkincisi; kavuştuklarına inandığım saniye bitirdim. Sonrasında ne olduğu çok umurumda değil, çünkü akıllarda bir uyanış olarak kalsın istedim. Aslında sonrasında yazdığım bir cenaze sahnesi de vardı ama onu kullanmadım kitapta. Karakteri öldürdüm ama herkesin bu kadar net öldüğünü düşünmesini istemedim. Herkesin finali, herkesin cenazesi kendisine olsun istedim. Üçüncü olarak da şunu diyebilirim; devam etseydi çok fazla şey olmayacaktı. Sonuçta finalinde bir uyanış yaşıyor ve o laylaylom tavrını sürdüremezdi. Hiçbirimiz sürdüremedik, o da sürdüremezdi. Gezi’de gerçekten inanılmaz canı yanan insanlar oldu ve ben bunun ekmeğini yemek istemedim doğrusu. Çünkü duygu sömürüsü yapılacak çok geniş bir alan var ve ne yapsam duygu sömürüsüne girecekti. Bunu doğru bulmadım sadece.
Söyleşi: Ece Karaağaç – edebiyathaber.net (9 Haziran 2015)