Giray Kemer iki sene önce yayınlandığı Olaylar Boksörün Pazı Sarması Yemesiyle Başladı kitabıyla edebiyat arenasına hızlı bir giriş yapmıştı. Yazar arayı fazla açmadan geçtiğimiz hafta raflara düşen yeni kitabı Ses Veriyorum ile karşımıza çıktı.
Giray Kemer ilk kitabında olay mahalli Ankara olan, sevgilisi tarafından mezarlıkta terk edilen, kariyeri başarısızlıklarla dolu, içkisi sigarası eksik olmayan, kalbi kırık bir boksör öyküsü anlatmıştı bizlere. Olaylar Boksörün Pazı Sarması Yemesiyle Başladı gerek karakterin efkarlı halleri, gerekse de atmosfer olarak Bukowski anlatılarına yakın durmaktaydı. Bu anlamda Hakan Kaynar’ın Giray Kemer için ‘Angaralı Bukowski’ tanımını yapması boşuna değildi. Ses Veriyorum da atmosfer olarak benzer sularda yüzüyor. Hikayenin başrollerinde afili kaybeden boksör yerine bu kez sevgilisinden ayrılmış efkarı birikmiş bir Avukat ve onun yakın dostu Burak var. Kitap boyunca hayal kırıklarının başkenti Ankara’da iki arkadaşın aşk acılarına, dostluklarına tanıklık ediyoruz. Böylesine derin mevzulara damardan parçalar yakışır elbet. Giray Kemer, ilk kitapta olduğu gibi hikaye boyunca kulağımıza nefis parçalar fısıldıyor. Avishai Cohen’den, Ortaçgil’e, Deep Purple’a ve Nick Drake’a varan bir seçki eşlik ediyor bizlere. Yeri geliyor, Ankaralı müzikseverlerin yakından tanıdığı Fatih Korkmaz’ın Radyo 3’te sunduğu nefis rock programı “Ses Tiryakisi” bile yazarın satırlarında yerini alıyor.
“Bu güzel bir dostluğun başlangıcı olacak.”
Avukat ve Burak’ın sıkı dostlukları adliyede Burak’ın avukata “adli sicil kaydı nereden alınıyor?” sorusuyla başlıyor. Bu sorunun ardından kısa zaman içinde ikilinin dostlukları Casablanca filmindeki meşhur repliğe dönüşüyor: “Bu güzel bir dostluğun başlangıcı olacak”. Avukat biraz daha görmüş geçirmiş biri, sabahları kalkar kalkmaz Tom Waits koyuyor, efkarlı bir şekilde sigarasının dumanını üflüyor sabah güneşine. Burak ise aylaklıkla flört ediyor, okulu uzatmış bitirecek gibi durmuyor. Flörtözlüğü seviyor, az biraz da çapkın.
Avukat ve Burak, içeriği boşalmış cümleleri değil anlamlı sessizlikleri paylaşıyorlar. Tıpkı Deleuze’ün dediği gibi: “Dostunuz her şeyi konuşabildiğimiz kişi değil, bir suskunluğu paylaşabildiğiniz kişidir.” Olaylar bu sefer Avukat’ın terasında son dublesini yudumlarken, pişmanlıklarla hatırladığı aşk hikayesiyle başlıyor. Avukat anlatıyor, Burak dinliyor. Şişeler devriliyor, pişmanlıklar hep şişenin dibinde kalıyor. Terasta Ankara manzarasıyla hikayeler biriktiriyorlar. Bazı hatıralar ilk defa dile geliyor, kankalık müessesi içerisinde anlam kazanıyor. Küçük detaylar, Avukatın hafızanın gediklerinden geri geliyor, o asla geri gelmeyecek güzel zamanları çağırıyor. Sonra, berbat televizyon dizileri eşliğinde damar muhabbetlere girişiyorlar. Muhabbetler derinleşiyor, hayat, ölüm ve aşk ana eksene oturuyor.
Burak ve Avukat’ın trend topicleri ise her zaman futbol oluyor. Hayatın içerisinde verilen örnekler hep futbol üzerinden oluyor, Pirlo’nun adrese teslim ortalarından birinin onları mutlaka devrime ulaştıracağına inanıyorlar. Belçika ligi özetlerini en az iki defa izliyorlar mesela. 90’larda çocuk olma konusuna geçiyorlar, atari salonlarından, Boliç’in Manchester United’a attığı gole geçiş yapıyorlar. Çocukken Boliç’in saç modelinden yapma isteklerinden, Hagi’nin Athletic Bilbao’ya attığı son dakika golünden, Kubilay’ın raket gibi sol ayağından bahsediyorlar. Şehrin boğuculuğunu rutini ve asla dolmayacak boşluğu dostluluklarla tamamlanıyor. Bu çember rakıyla daha da anlam kazanıyor. Rakı içmek için bahane aramıyorlar, rakıyı romantize etmiyorlar, rakı içmenin 10 kuralı isimli anlamsız listeye rağbet etmiyorlar. “Rakıyı törenselleştirmek acemi işi abi. biz normalleştiriyoruz. gündeliğe indirgiriyoruz, yaşam pratiğimizin tam ortasına yediriyoruz.” Yeri geliyor, hayat, bu sıkıcı rutin ve boşluk hissiyatı ile daha boğucu hale geliyor. “Bir şehri tam kalbinden vurup gitmek” akıllara düşüyor, arabanın kaset çalarına Ocean Spray koyup uzaklaşmak, kafayı dinlemek ve her şeyi unutmak istiyorlar. Geriye gitmenin de, kalmanın da anlamsızlaştığı bir haleti ruhiyesi kalıyor.
Ankara, dostluklar ve derin hakikatler
Giray Kemer, Ses Veriyorum’da da tıpkı ilk kitabında olduğu gibi lafı dolandırmıyor direk giriyor mevzuya. Arada ilk kitabı metinlerarası paslar veriyor. Derin tasvirler yapmıyor, sade bir şekilde anlatıyor öyküsünü. Yine ilk kitabında olduğu gibi hayatın içinden, gerçekçi karakterler geçidi sunuyor bizlere. Zaten hikaye boyunca okuyucuya yansıyan Avukat ve Burak’ın dertlerine ve muhabbetlerine katılma hissiyatı da yazarın karakter yaratımındaki başarının göstergesi olsa gerek. Bununla beraber yazarın mekan kullanımının da çok başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Ankara’nın o boğuculuğu, Meclis manzaralı teraslar, dışarı da değil de evde geçirilen vakitler, gece yarısı acıkmalarının panzehiri AOÇ’de kokoreç yemeye gitmeler gibi Ankara rutinleri Giray Kemer’in satırlarında hayat buluyor.
Giray Kemer, Ses Veriyorum’da aşk acısıyla baş edemeyenlerin, kafaları her daim bozuk olanların, geçmişin pişmanlığını hayatlarının her anında yaşayanların, şehrin boğuculuğundan kaçmaya çalışanların, hayatın baş döndürücü hızında, zamanı ve anları yavaşlıkla anlamaya çalışanların, rehavet mevsiminde gökyüzünde kırlangıçları izleyenlerin ve hayal kırıklarının başkenti Ankara’da kendi büyük çaresizliklerini yaşayanların hikayesini anlatıyor bizlere. Ses Veriyorum, radyoda aniden işitilen bir Ortaçgil şarkısı tadında, içki masalarının fon müziği Birsen Tezer şarkısı güzelliğinde, Mutlaka okunası…
Can Öktemer – edebiyathaber.net (23 Kasım 2016)