Edebiyatta anlatılması en zor konulardan biri olan savaş, dünyada belki de en çok Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in romanlarında can bulur. Yazarın bizzat gözleriyle gördüklerini satırlara birer film sahnesi gibi döktüğü ‘Silahlara Veda’ romanı ise onun zirve yaptığı eseridir.
Dünyanın en tehlikeli yaratığının insan olduğu su götürmez bir gerçek. Nerede bir kıyım, yıkım, can alıcı şey varsa buzağının altından mutlaka insan denen yeryüzünde düşünme yetisi bir tek kendisinde bulunan bu mahlukat çıkar. Ruhsal, zihinsel ve bedensel dürtülerinin en başında gelen açlığını doyurma hissi insanı her konuda önüne geçilmesi imkansız bir ‘doğal yıkım makinesi’ haline getirir. Düşünme yetisi ona sonsuz bir seçenek yelpazesi sunar ama insan bu sonsuz şıklardan biriyle –hadi birkaçı da bizden olsun- yetinmek yerine doymak bilmezliğiyle kendi yarattığı sınırsızlığı da zorlar. Sonucu da haliyle baştan belirler: Yok etmek!
İnsanın aslında kendi belirlemediği ama zamanla belki de bile isteye ya da işine geldiği haliyle kendi lehine koyduğu kuralların gelmiş geçmiş en kötü sonucu savaştır. Bireyde (kavga) ile başlayıp gezegenin tüm alanlarına yayılan bu ne varsa kendine toplama düşüncesi dönüp dolaşıp yine insanı yok eder de, o, ‘düşünen varlık’ bunun farkına bir türlü varamaz. Dil, din, sınırlar hep insanın kendi yarattığı kurallardır ve savaşın bir numaralı ‘sanığı’ da bunlardır. ‘Davanın’ sonucu da ölümdür! Ancak iki metrelik tahta parçasının içinde toprağa yollarken daha yirmisindeki gencecik yolcusunu insan, hiç bilmez ki o bıyıkları yeni terleyen körpe, karşısında kurşun beliriverdiğinde ne dil, ne vatan, ne bayrak düşünür! Bunu da yine insanın anlaması çok ama çok zordur.
Savaş anlatılması çok zor bir olgu. Gerçekten anlayabilmek için birebir tanık olmanın haricinde görsellik dile göre çok daha fazla işlev görür. Bu yüzden sanatta konu savaş olduğunda sinema diğer dallara göre daha ön planda durur. Örneğin, Kubrick, Spielberg gibi usta yönetmenlerin eserleri, savaşı beyazperdeden seyirciye adeta naklen sunar. Seyirci o filmleri izlerken kendini de cephede bulur ve film bittikten sonra da etkisi devam eder. Oysa edebiyatta durum farklıdır. Savaş halini, her an kafadan yiyecekleri mermiyle ‘elveda’ demeyi beklyen cephedeki askerlerin psikolojisini yazıya dökmek çok zordur. Bacağı kopmuş, fışkıran kan dalga boyuna ulaşmış bir askeri görerek mi anlamak mı daha kolay yoksa okuyarak mı? Bu kısas bile bence savaşı yazıyla anlatmanın zorluğu için yeterlidir. Bu yüzden savaş romanları büyük yazarların elinden çıkar. Bu büyük yazarlardan biri de kuşkusuz Ernest Hemingway’dir. Silahlara Veda da onun en büyük romanıdır.
İlk baskısı 1929 yılında yapılan Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşı’na sonradan giren ABD’nin yardım ettiği ülkelerden biri olan İtalyan ordusu için görev yapan teğmen Frederic Henry etrafında şekillenir. Teğmen Henry’nin buradaki görevi, kendi emri altındaki askerlerle birlikte yaralıları ambulanslarla hastanelere taşımaktır. Burada çoğu Hemingway romanında rastladığımız otobiyografik unsurları görmek mümkündür. Zira Hemingway de Birinci Dünya Savaşı’nda savaşmak için Amerikan ordusuna başvurur ancak sol gözündeki bozukluktan dolayı kabul edilmez. O da bu kez Kızılhaç için şansını dener ve 1918 yılında ambulans şoförü olarak cepheye gider.
‘Silahlara Veda’da Frederic Henry, cephe dışındaki hayatını en yakın arkadaşı Rinaldi ile bol bol ‘makara’ yaparak geçirir. Savaşta da İtalyanlar Avusturyalıları dört bir yandan alt ettikleri için rahattırlar. Kadınlarla takılırlar, bol bol içerler adeta savaş yokmuş gibi yaşarlar. Nihayetinde İtalyanların kaçan Avusturyalıların yerlerine konmaları sonucunda Henry, görevi azaldığı için Gorizia adlı kente gider. Burası küçük, sevimli bir kenttir ve Henry ile Rinaldi cephedeki zorlu günlerinin zehrini burada atmak için zaman kaybetmezler. Rinaldi bir gün nam salmış hovardalığını yine gösterir ve hemşire Catherine Barkley ile arkadaşı Helen Ferguson’la tanışır. Bir sonraki randevu için Henry’yi de gelmeye ikna eder. Buluşmada Henry ile Barkley arasında başlayan aşk da aslında Silahlara Veda’nın alt metnini oluşturur. Çünkü artık insanın tek saf duygusu olan aşk başlamıştır ve bu aşkla birlikte Henry’nin kafasında savaş çoktan bitmiştir! Çünkü anlamsız gelmeye başlamıştır.
Çatışmalar azalmış olmasına rağmen yine de sürmektedir ve Henry de bu yüzden cephedeki görevini yerine getirmek için cepheye gitmeye devam eder. Bir gün cephenin yakınlarında bir sığınma evine düşen havan topuyla teğmen Henry bacağından ağır yaralanır ve Gorizia’daki hastaneye kaldırılır. Ancak daha sonra Milano’daki bir hastaneye sevk edilir. Burada başarılı bir ameliyat geçirdikten sonra gözlem altında tutulmaya devam eder. Bu arada hemşire Berkley ile Fergusan’da kendilerine artık Gorizia’da gerek kalmadığı için Henry’nin hastanesine tayin edilirler. Artık Henry ve Berkley adı konulmamış bir evlilik yaşamaya başlarlar. Üstüne üstlük bir de bebekleri olacaktır. Kısaca hayat, arada yaptığı kıyaklardan birini bu kez de bu çifte yapar. Henüz okumamış olanların gazını almamak adına kitabın konusunu uzatmadan burada noktalayalım ve Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’daki savaş konusunu anlatmadaki ustalığına bir göz atalım.
Hemingway’in savaşı yazıya dökmesindeki başarısı hiç kuşkusuz üzerinden mermiler geçerken onun da ‘sahada’ olmasından kaynaklanıyor. Amerikalı yazarın en popüler kitabı ‘Çanlar Kimin için Çalıyor’da da Hemingway, İspanya İç Savaşı’nda savaş muhabiri olarak görev yapmıştı ve kitaba konu olan hikayenin çoğu bizzat kendi tanık olduğu olaylardan oluşuyordu. Yazarın ‘sahada’ gördüklerini müthiş bir şekilde hafızasına kazıması ve o kafasındakileri aynı şekilde satırlara dökmesi de ayrı bir maharet gerektiriyor elbette. Bu sebeple Hemingway’i okurken cepheyi bizzat onunla gezeriz. Askerlerin içten diyaloglarına şahit oluruz. Sofralarından biz de birer parça ekmek yeriz. Şarap içeriz. Sarma tütünlerinden birer fırt alırız. Onun kitaplarını okurken satırlar birer film sahnesi gibi belirir gözümüzün önünde. Konuyla ilgili bir de yazara kulak vermekte fayda var. İspanya İç Savaşı’ndan sonra şöyle demiştir Hemingway: “Savaşın gerçekten ne anlama geldiğini bilen az sayıda insandan birisi olarak, hayatta savaş kadar tiksindirici bir şey görmediğimi söyleyebilirim.” Bu cümle bile yazdıklarını başlı başına özetliyor aslında.
Genelde Hemingway’in tüm savaş romanları özelde ise Silahlara Veda’ya baktığımızda iyiyle kötü hep iç içedir. Burada savaş ne kadar saçma, anlamsız ve kötüyse, aşk, sevgi de her şeye rağmen her yerde yaşanır ve iyidir. Cephede hala ölüm kol gezerken ilaç kokulu leş bir hastane odası Henry ile Berkley’i tüm bunlardan uzaklaştırır. 24 saat el ele, göz göze, kalp kalbe yaşarken dillerinden sevgi nameleri eksik olmaz. Evet, aslında iyi giden bir şey yoktur ama onlar için su farklı yöne akmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ‘Silahlara Veda’ bir aşk romanı olarak da okunabilir.
Savaşın anlamsızlığını kitapta en iyi anlatan cümle ile bitirelim: “Hayır. Peynir yerken havaya uçtuk.” İşte bu kadar basit…
Burak Soyer – edebiyathaber.net (10 Ağustos 2021)