Emrah Öztürk’ün ikinci öykü kitabı Anlatamıyorum Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. İki bölümden oluşan kitapta kimi uzun kimi kısa yedi öykü yer alıyor. Öztürk, 10 Mart 1986 Lefkoşa doğumlu bir yazar. Yakın Doğu Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü mezunu. Sunderland Üniversitesi’ndeki “Film ve Kültürel Çalışmalar” adlı yüksek lisans programını tamamlamış. İlk öykü kitabı Limon Yağmuru ile dikkatleri üzerine çeken Öztürk, üniversitede sinema ve medya üzerine dersler veriyor.
Şimdi, bütün bunları niye mi anlattım? Yazarın ikinci kitabına “Anlatamıyorum” adını verişi sizi aldatmasın sakın. “Biz güzellik için varız. O yüzden sebepsiz, faydasızız. Bir ihtiyaca hizmet eden şeyde güzellik olmaz. Güzel’deyse başka bir neden yoktur.” diyen bir yazar o.
İkinci öykü kitabı Anlatamıyorum’da genelde ben öyküsel anlatım dilini tercih etmiş yazar. Kahramanları oldukça “bizden”: Kimi zaman komşu Reyyan teyze, kimi zaman Leyla oluyor. (Son dönemde ne çok Leyla öyküsü okudum!) Yazar, o yalın diliyle kuşattığı kitabında klasik hikâye anlayışının dışına çıkan bir anlayış sergiliyor.
Yüzleşme başlar
Anlatamıyorum’un ilk öyküsü olan “Yumurta” kitaptaki kısa öykülerden biri. Anlatıcının beş yaşında yaşadığı, yıllar sonra hatırladığı/ ya da hiç unutmadığı bir korkuyu ele alıyor. Kısa, yalın ve vurucu cümlelerle… İzlerin yıllar sonra bile insan ruhundan silinmediğini okuyoruz. Olanca doğallığıyla, “Bir hikâyeden ancak ona inandığında haz alırsın, değil mi?” diye soruyor bize. Satır aralarında yazarın “hikâye”ye bakışını da -kimi kahramanlarının ağzından/ dilinden- yakalamak mümkün…
Kelimelerin kanatlı olduğunu söyleyen yazarın “Dışarıdakiler”i özellikle biçimsel açıdan dikkati çekiyor. Sinematografik bir “havası” var. Muhsin, avukat olduktan sonra bağlarını kopardığı/ bir daha görüşmediği eski mahalle arkadaşlarıyla, daha doğrusu geçmişiyle yüzleşir. Çünkü “Belleğin kapıları açıktır.” ve “Gece bıraktığı yerden devam edebilmek için yüzüyle imler zamanı. Düşlere set çekip gerçeği görebilmişin diye, yüzünü yıkar.” Beş yıl önce giden Nesrin’e attığı tokattan pişmanlık duymaktadır. Bir sabah kapı çaldığında Nesrin’in döndüğünü umut eder. Nesrin’i düşler/ düşünür, yeniden gelmiş gibi, “Beş yıl silinecek, hiç gitmemiş gibi olacak”tır. Oysa kapıdan üstü başı darmadağınık bir adam girer salona. Gelen çocukluk arkadaşı Kenan’dır. Tır şoförlüğü yapan Kenan, bir kaza yapmış, ortak arkadaşlarından birinin ölümüne neden olmuştur. Muhsin’den yardım ister. Suç-ceza/ hapishane muhasebesi yapar Muhsin. Hapishane için “Kırık bir plak gibi her şeyin tekrar edilmesidir o, içinden çıkılması mümkün olmayan bir çukurdur. Bir bozuk vakittir” der hapishane için. Kenan’ın yardım talebiyle eski defterler açılır. Yüzleşme başlar. (Ölü) Kenan da gelir, tartışmaya katılır. Eskiyle/ geçmişle/ bırakıp gittiği/ aramadığı arkadaşlarıyla, unutmak isteği mahalleyle/ geçmişiyle hesaplaşır Muhsin kendi içinde.
“Karanlık Şimdi”, komşu Reyyan Teyze’nin hiçbir şamatanın, gürültünün salonuna kadar sinen, bozamadığı suskusunun hikâyesi. Kahramanımız, “emekli muhasebeciden beklenmeyecek denli çok kitap okumuştur.” ve “Yaşamayı kırlarda nergis toplamak zannedermiş.” Reyyan Teyze’nin iki yıllık eşi Suat 1974 yılında Güney Kıbrıs’ta esir düşmüştür. Aradan yıllar geçer ancak geri dönmez, öldü haberi de gelmemiştir. Yıllarca büyük bir umutla bekler kocasının dönüşünü/ bir haberini Reyyan Teyze. “Kitaplar, onun beklemesini dolduran, ona gerçeği unutturan, onu oyalayan, avutan, mutlu eden, heyecanlandıran, dertlerinden uzaklaştıran şeylerdi.” Ancak, “Ne barış ne de Suat”… Günün birinde Suat’ın öldüğü haberi gelir, yıllar sonra…
“Bir sözcükle anlatamıyorum”
Dilimize Farsça’dan geçen, “çok susamış”, “istekli” anlamlarına gelen “Teşne” öyküsü, bir sözcüğün bir dilden bir başkasına geçerken/ yerleşirken yaptığı yolcuğu anlatıyor. Denemeyi andıran bir öykü bu. “Hem sözcükler iş ola yolculuğa çıkmaz. Sebeplidirler. Köprüler kurarlar. Mühendisler aynı zamanda, işçi, inşaatçı, dokumacılar. Geldikleri yerle gittikleri yer arasında ip gererler.”
“Senden sonra… Bu sözcüğü ne zaman duysam bir rüya ağacı döker portakalını gömeçlere.” diyor öyküdeki anlatıcı. “Birini çok sevince dilsiz kalıyorsun, onun tarafından… Oysa ben isterdim ki başa çıkabileyim ağzımdaki, belleğimdeki bu dikenle. Olmuyor. Bir sözcük öğrettin bana, bir sözcükle anlatamıyorum.”
Kitabın en uzun öyküsü “Leyla”, masal tadında… Okuma yazma bilmeyen (ümmi), köylü Leyla’nın “dil”inin öyküsü. Padişahın on iki eşi daha vardır. Leyla, ilk geceden korkar. Padişahın yanına çağrıldığı ilk gece hikâye anlatır. Korkusunu erteler. İkinci gece de hikâye anlatır. Dokuzuncu geceye kadar devam eder. O gece sefere çıkan Padişah Hindistan’dan kendisine hediye edilen Tuti kuşunu Leyla’ya verir. Ondan kuşu eğitmesini, hikâyelerini ona anlatmasını ister. Daha sonraki seferlerinde kuşu yanında götürecektir, kendisine hikâyeler anlatsın diye. Kuş, Leyla ile baş başa kaldığında, dile gelir, konuşmaya başlar. “Eğitmenize gerek yok, ben zaten konuşuyorum, adım Talna.” der: “Unutmayın hanımın, hakikat, mucizeden daha üstündür.” Leyla, kuşun niye Padişah’a konuşmadığını sorar. “Gözlerime sizin baktığınız gibi bakmadı. Kişi, karşısındaki anlayacaksa konuşmalı. Yahut karşısındakinin anlayacağını konuşmalı. Bana öt dedi öttüm. Çünkü bilir misin ki sözün de kendi ağırlığı ifadesi vardır.” Sarayda kıskançlık yüzünden entrikalar başlar. Baş Kadın Efendi Hüma Sultan, seferdeki padişahın Leyla’ya neden hediye verdiğini sorar. Dilinin kesilmesi ve Tuti kuşunun öldürülmesi talimatını verir. Hikâyenin sonunda ne olacaktır, mucize mi hakikat mi? “Hikâye hiç yazılır mı? O anlatılır sadece! Onun yaşaması için uçması, kanatlı sözlerle ağızdan ağıza dolaşması gerekir. Yazarsan onu öldürmüş olursun.” diyen, masal tadındaki “Leyla”nın diliyle söylersek “Bir hikâyeden ancak ona inandığında haz alırsın.”
Kitabın son öyküsü ise “Şafak Bekçisi”. Hülya’nın dediği gibi “Sev beni! Sade sev beni! Kusurlarımı, hatalarımı görerek sev!” İşte tam böyle bir kitap, “Anlatamıyorum”…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (13 Nisan 2017)