Anlatı kuramı nasıl anlatılaştırılır? | Onur Bilge Kula

Aralık 20, 2019

Anlatı kuramı nasıl anlatılaştırılır? | Onur Bilge Kula

Giwi Margwelaschwili’nin yazınsal ve felsefi anlayışı ve yapıtlarına ilişkin önemli bir başka yapıtı ‘Anlam Dünyaları’[1] (Verbrecher Verlag, Belin 2017) adını taşımaktadır. Cani (Almanca: Verbrecher) adlı yayınevinin kurucusu Jörg Sundermeyer’in bu filozof-yazarla özgeçmişi ve yapıtları üzerine yaptığı nehir söyleşiden oluşan bu kitap, anlatı kuramının anlatılaştırımının öyküsü olarak da okunabilir. Gürcistan’ın 1921’de Sovyetler Birliği’ne katılmasına karşı çıkan baba Margvelaşvili, Almanya’ya kaçar ve anılan filozof 1927’de Berlin’de doğar. Annesi 1931’de yaşamına son verdiği için, seyrek gördüğü babasıyla büyür. 1946’da babasıyla birlikte gözaltına alınır ve Sachsenhausen Toplama Kampı’nda ‘devletsizlerin’ bulunduğu bölümde bir buçuk yıl kalır. 1947’de, yirmi yaşında Gürcistan’a getirilir ve babasının bir akrabasına verilir. Berlin’de liseyi bitiren Margvelaşvili’nin anadili, kendi deyişiyle, baba dili Almancadır.

Gürcistan’a getirildiğinde ne Gürcüce ne de Rusça bilmektedir. Bu nedenle, Almanca ve Fransızca iletişim kurmak zorundadır. Anılan kitaptaki nitelemeyle, farklı oluşunu farklı konuşarak kanıtlar. Hep ikilemli bir kimlik anlayışı sergiler; çünkü istencine karşın getirildiği Gürcistan’da olup bitenlerle kendisini özdeşleştiremez. Almanca konuşan Gürcülerle birlikte olduğunda mutlu olur. Söz konusu ikilemli kimlik, onu erken yaşta yazmaya yöneltir.

Anlatma, sürüp gidenle anlık olanın karşıtlığıdır

Amerikalı dil bilimci Benjamin Lee Worf’un ‘biçimler olgusal tipler değil, kripto tiplerdir’ sözünden esinlenerek ‘Anlatının Kriptolojisi’ adlı bir doktora tezi yazmak ister; gerçekleştiremez; fakat konuya ilişkin ilgisi artarak sürer. Anlatmayı, “sürüp giden ile anlık olanın karşıtlığı” olarak kavrayan bu düşünür-yazara göre, her türlü konuşma ve anlatma, bu karşıtlığın etkisiyle biçimlenir. Sürüp giden zaman uzamı biter ve anlatıcının önünde anlık öğeleri kapsayan yeni bir zaman uzamı açılır. Bu ikisi arasındaki ilişki, “üzüm salkımı” gibidir. Üzüm salkımının taneleri bir biri üstüne sıralanır. Bu, anlatı durumunun bir biçimidir. Yaşamı boyunca anlatı kuramıyla uğraşır. Anlatı kuramına ilişkin ilk çalışması 1952 tarihlidir.

Bütün romanlarını okuduğu Thomas Mann, bu düşünür-yazarı, anlatının kuramı ve edimi üzerine yoğunlaşmaya özendirir. Yazmaya başlamasında “belirleyici etmen”, “önünde şapka çıkarırım” dediği Thomas Mann’dır. Thomas Mann böyle yazmayı nasıl başarmıştır? sorusunun ardına düşer ve aynı Homer gibi, Mann’ın da önce “sürüp giden” sonra da anlık ya da noktasal olanı anlattığı sonucuna ulaşır. Şiir yazmayı dener; ancak düzyazıda karar kılar. 1961’de ‘Vakuş’ adlı roman dizisini yazmaya başlar. Yazma yalnızlık gerektirdiği için, artık “yazma göçmenliği” dönemi başlamıştır; çünkü “kitap kişilerinden” başka arkadaşı yoktur; çünkü “gerçek anlamda yazmak”, toplumdan soyutlanmayı gerektirir.

Vakuş romanı, yenileşme umudunu anlatır

1960’ın başında “çok iyi bir filozof, yazıncı ve hümanist” olan Leonid Çelidse ile tanışır. Sıkça bir araya gelir, felsefe ve yazın üzerine söyleşirler. Artık “insanlardan korkma” ve susma dönemi bitmiştir; özgürce ve kendileri olarak konuşabilmektedirler. Bu duyguyu, bu “yeni şeyler olacak” umudunu, ‘Vakuş’ romanının ilk iki cildinde anlatılaştırır.

Husserl, Levinas ve Fransız filozoflarla irdeleşerek, felsefesini geliştirdiğini belirten Margvelaşvili kendini “Heidergger’in çırağı” olarak nitelendirmektedir. Bu filozof- yazarın anlatımıyla, Marksizm’in devrim kuramı yanlıştır; çünkü bu kuram, “ontolojiyi mantıklaştırmakta, güç kullanarak var-oluşun yönünü belirlemektedir.” Burada temel ilke, ontoloji, yaşatma, var olmaya, kendisi için olmaya izin vermedir; Husserl’in deyişiyle, “olağanlık genelliktir.” Olağan insan, “herkes için hoş olan genel şeyleri izler.” Bu nedenle, olağanlık ve genellik, Husserl’de başlıca sorunsaldır. Ayrıca, “birbirine benzeyen şeyler, özdeş değildir” ilkesi uyarınca, Heidegger’in “faşist” diye nitelendirilmesini de doğru bulmaz.

Aristoteles, haklı olarak “insan politik bir varlıktır” demiştir. Evet, insan ontolojik olarak politiktir; çünkü var-oluş tümüyle politiktir. Dolayısıyla, var-oluşun tarihi, politik tarihtir. Felsefe, tümelde değil, tikelde, diyesi “bireyde” başlar. Din, var-oluşu, dolayıyla da var-oluşun politik davranışını belirleyen etmendir. Bu bakımdan, dindeki var-oluşu etkileyen yön irdelenmelidir.

Düzyazı çoğul senfonidir

“Birden kapı açılır/Odana ışık vurur” dizelerini aktardığı Rilke’den etkilendiğini, ancak ona öykünmediğini vurgulayan Margvelaşvili, hep “yazgı kapıları” ile uğraştığını, Vakuş romanında yazgı kapılarını anlatılaştırdığını belirtir. Şiirde engeller olduğunu, düzyazının geniş bir özgürlük alanı sunduğunu öne süren bu yazara göre, şiir “tek-konulu”, “düz-yazı” ise “çok-konuludur.” Her türlü konuyu, izleği yazınsallaştıran düzyazı senfonidir, hatta “çoğul-senfonidir.”

Özgeçmişinin izlerini de taşıyan Vakuş romanını, bu yazar, Almancanın konuşulmadığı bir ortamda, Gürcistan’da Almanca olarak yazar. Yazım aşamasında yayımlanıp yayımlanmayacağını hiç düşünmez; çünkü yazmak, onun için insanın kendi özünden, var-oluşundan emin olma durumudur, en zor koşullarda bile bir şeyler yapabileceğinin “öz-onayıdır.” Yazma eylemi, başlı başına özgüven ve özgürleşme eylemidir. En büyük “öz-gerçekleştirimdir.” ‘Vakuş’ romanının özellikle üçüncü cildinde “anlatı biliminin anlatıcısı” konumunu üstlenir. Bu romanda, anlatı sanatının nasıl yazınsallaştırılabileceğini serimlemeye çalışır. Yazınsal metinler bir kurgu ürünüdür; bu nedenle, yazarın deyişiyle, “Metinler yalan söyler” sözü ve metinlerin nasıl yalan söylediği ya da kurgulandığını açımlama isteği, bunda etkili olur. Yazında “yeni bir şeyler yapma” dürtüsü, yazma isteğini kamçılayan bir başka etmendir (s. 116). Yazın ve felsefe çalışmalarını iç içe ya da yan yana yürüterek, bu gibi üretim alanı arasındaki diyalektik bağı ortaya koymak çekici gelir (s. 116).

Öte yandan, bir beşleme olan bu romanı yazarken yayımı ve okunması konusunda umut taşımadığı için, “derin bir kötümserlik” içinde olduğunu, bu ruh durumunu anlatma amacıyla, okunmayan kişileri yaşamda tutmayı anlatan “okuma-yaşam yardımı” anlatımını geliştirdiğini yazar (s. 93). Okuma-yaşama-yardımı kavramı, koyucunun yazınsal yapıtı okuyarak yazarın yaşamasına katkıda bulunma anlamı taşır. Yazınsal yapıt, okunmadığı sürece, “özel bir yazı” olarak kalır. Bunu da doğal olarak yazan hiçbir özne istemez.

Bu yazara göre, sosyalizmin Sovyetlerde uygulanan biçimi çökmüştür; çünkü toplumsal devrim denebilecek kalıcı hiçbir şey yapılmamasına karşın, yaygın bir “öz-övgü” ortalığı kaplamıştır. Hatta kapitalizmin bir başka türü giderek başatlaşmıştır; çünkü bu ülkede yalnızca “iyi kazananların toplumsal durumu iyi olmuştur.”

Heinrich Böll neden incinmiştir?

1969 ile 1971 arasında üç kez Demokratik Almanya’ya çevirmen olarak giden Margvelaşvili, bu ülkede Rainer Krisch, Sarah Kirsch, Elke Erb ve Adolf Endler gibi yazarlarla tanışır; yeniden yazınsal üretim dili olan Almancanın ortamını tadar. 1960’lı yılların sonunda birkaç kez Gürcistan’a gelen Heinrich Böll, romanlarını Almanca yazması nedeniyle, bu yazarı ziyaret eder. Neler yazdığını sorar; yazdıklarından bir nüsha vermesini ister; ancak yazar vermez; çünkü ajanların kapıda beklediğini düşünmektedir. Bu tavır, Böll’ü biraz incitir. Demokratik Almanya’da tanıştığı yazarların önermesine karşın, yazınsal ve düşünsel kitaplarını yayımlamak amacıyla, yayıncılara gitmek istemez; çünkü orada da kendisine “dünya dışından gelmiş” bir varlık gibi bakarlar. Ayrıca, bu ülkede rejim karşıtı olan Wolf Biermann ile buluştuğu için, Gürcistan, yurtdışına çıkmasını yasaklar. (s. 98).

İnsan öz tarihini yenebilir mi?

1970’li yıllarda ‘Atılmayan Eldiven’, ‘Yaşlı Bir Okurun Ölümü’ ve ‘Okuma-Yaşama’ alı kitaplarını yazar. ‘Büyük Düzeltim’ ve ‘’Kolşis’in Medeası’ romanlarını bitirmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla eş-zamanlıdır ve böylece bu düşünür-yazarın Almanya’da tanınma süreci başlar. Yazar Sara Kirsch’in aracılığıyla, 1994’te Alman yurttaşlığına kabul edilmesiyle, doğduğu bu ülkede 67 yıl sonra sürekli yaşamaya başlar. Bu durumu, insanın öz tarihini de alt edebileceği anlamında “tarihi yenme” olarak niteler. “Koparıldığı yerde, yeniden kök salmak için” (s. 125) bütün gücüyle çalışır. Yazınsal ve düşünsel yapıtları birkaç yayınevince yayımlanır; ancak hiçbiri çok-satar niteliği kazanamaz. Bu nedenle, ‘Faust’un Faustu’ (Yumruğun Yumruğu) uzun süre basılmaz (s. 119). Bol alkışlarla biten “okuma günleri” de pek işe yaramaz. Bu durum, ‘Verbrecher Verlag’ (Cani Yayınevi) ortaya çıkıncaya değin sürer.

“İnsanı güçlü kılan, yarattığı şeylerdir; yorulmadan çalışmaktır” diyen Margvelaşvili, yazınsallaştırdığı ve düşünselleştirdiği konular nedeniyle, Gürcistan’da Gürcü, Almanya’da Alman yazar olarak görülmemesinin kendisinde yarattığı üzüntüyü duyumsatır (s. 123). Bunun yanı sıra, yarattığı “kitap kişilerinin” (s. 125) kendisini yalnız bırakmadığını dile getirir. Salıncak gibi, “git-gel” ile dolu yaşamından ötürü, ne Tiflis, ne de Berlin’i “yurt” edinebilir. Kitaplarının çoğunu yazdığı yer kent Tiflis ile kendisini daha fazla özdeşleştirir. Buna karşın, “yurtlar” değil, yurt vardır; iki yurt bir birini etkisizleştirir, diye düşünür.

Yazarlar arasında Thomas Mann ve İtalo Calvino’yu öne çıkarır; çünkü Calvino “okurla oynar; okurunu, okuma malzemesine katar; orada gezdirir.” Kendisi de kurguladığı kahramanlara “acı çektirir”; okurun bu acıları birlikte duyumsamasını önemser Bu nedenle, okurun, okuyarak yazarı yaşatması için, kullandığı “okuma-yaşatma-yardımı”, anlatımını, “okuma-yaşama-acısı” kavramını geliştirir. Okuyucuyu, dünyayı “nerede değiştirebiliyorsa”, orada değiştirmeye özendirir. İnsanı özgürleştirmek için, fanteziye, “özgür alan” bırakmaya çalışır. Her türlü yazın ve felsefe, insana “Köleliğe son!” deme cesareti vermelidir (s. 133- 134). Yazın, büyük bir gizem olana insana “özünü arama” ve yeniden tanımlama gücü vermelidir.

[1] Giwi Margwelaschwili (2017): ‘Bedeutungswelten’; Verbrecher Verlag, Berlin

Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (20 Aralık 2019)

Yorum yapın