Anna Karenina ve Madam Bovary arasında | Ahmet Erdemli

Ağustos 21, 2019

Anna Karenina ve Madam Bovary arasında | Ahmet Erdemli

Anna Karenina

2007 yılında Time Dergisinin öncülüğünde 125 Amerikalı ve İngiliz yazar tarafından bugüne kadar yazılmış en iyi roman seçilen Anna Karenina’nın 82 yıllık hayatının ardından klasikleşmiş birçok eser bırakan Lev Nikolayeviç Tolstoy’un  (1828-1910) en ünlü eseri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

1062 sayfalık (İş Bankası Kültür Yayınları baskısı) bu klasik roman, Prens Stepan Arkadyiç Oblonskiy ile yani Anna’nın ağabeyi ile başlıyor. Evin Fransız mürebbiyesi ile karısı Dolli’yi aldatan Stepan, aralarını düzeltmesi için Petersburg’ta yaşayan kız kardeşi Anna’yı Moskova’ya çağırıyor. Anna, romanın 78. sayfasında ortaya çıkıyor. Buraya kadar Tolstoy bize, Stepan’ın, kendisini, ailesini, çevresini, işini ve Kitty, Levin, Vronskiy gibi romanın diğer ana karakterlerini tanıtıyor, o günkü Moskova ile ilgili canlı tasvirler sunuyor.

Tolstoy, sahne sahne bol diyalogla kurduğu romanında kişilerin iç dünyalarını, kıyafetlerini, bulundukları mekânları sanki eline bir kamera alıp filme çekmiş gibi, çok canlı ve okurun gözünde hemen kolayca canlandırabileceği şekilde anlatıyor. Yazarın bu kadar değişik mekân, ortam ve yaşamı bu kadar başarıyla anlatması, bunu Stepan’ın çalışma ortamını anlatırken de, Levin’le Stepan’ın gittikleri av sahnelerini anlatırken de kapalı veya açık mekânların hepsinde aynı başarıyla yapmış olması gerçekten hayranlık verici.

Tolstoy’un bir diğer büyük başarısı, farklı durum ve konumlardaki kadınların ve erkeklerin iç dünyalarını aynı zenginlikte, yetkinlikte anlatabilmiş olmasında yatıyor. Detaylardaki zenginlik, gözlem yeteneğinin kelimelere dökülüş biçimi, karakterlerin fiziksel ve ruhsal durumlarının tüm roman boyunca aksamaksızın başarıyla anlatılması nasıl bir titiz çalışmadan geçtiğini gösteriyor.

Dolli ile Anna’nın romanda ilk defa bir araya gelip konuştukları ve Anna’nın Dolli’yi Stepan’ı terk etmemesi için ikna ettiği bölümde diyaloglar çok canlı ve etkileyici veriliyor. Belli ki, Tolstoy, yarattığı karakterlerin yerine kendini koymuş, her biriyle ayrı ayrı empati kurmayı başarmış bir yazar.

Tolstoy günümüzde yaşıyor olsaydı, sahne kurma, sahne anlatımı, kahramanlarının iç ve dış görünüşlerini anlatım gücü, ayrıntılardaki titizliği ile yazarlığının yanı sıra film yönetmeni de olurdu sanırım.

Tolstoy yönetmen olsaydı Anna Karenina’yı filme çeker miydi bilmiyorum ama, romanı okuduktan sonra, bugüne kadar defalarca filme çekilmiş olmasına rağmen okurunu tatmin edebilecek bir filminin yapılamayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Olayların ve kişilerin, olay örgüsünün çokluğu 2-3 saatlik bir filmin sınırlarını çok aşıyor. Dolayısıyla, bu kadar süreye ancak romandan bir kesit sığabilir. Bu da Anna Karenina değil başka bir şey olur. Tiyatrosu için de aynı görüş ifade edilebilir. Sadece çok bölümlü dizi filmi yapılabileceği kanısındayım.

Tolstoy, Anna Karenina ile sadece roman yazmamış, 19. yüzyıl Rusya’sının bir portresini de ortaya çıkarmış. Geriye sadece edebiyat açısından değil, Rus tarihi açısından da önemli bir eser bırakmış.

Kitapta ölüm (Levin’in ağabeyi Nikolay’ın ölümü), düğün (Kitty ve Levin’in düğünü) ve doğum (Kitty ve Levin’in oğulları Mitya’nın doğumu) sahneleri çok detaylı anlatılıp, adeta tabloları yapılmış. Hayatın bu en önemli üç olayını anlatırken Tolstoy hiçbir ayrıntıyı atlamayan titiz bir edebi işçilikle yazma gücünü en üst noktaya ulaştırmış.

Bazı kaynaklarda romanın önemli karakterlerinden Konstantin Levin’in Tolstoy’un kendisinden önemli izler taşıdığı belirtiliyor. Tolstoy’un gerçek hayatta ölümünden çok etkilendiği ağabeyi nedeniyle, romanda Levin’in ağabeyi Nikolay’ın ölümünü geniş şekilde tasvir ettiği söyleniyor.

Tolstoy Anna’yı yaratırken elbette çok uğraşıp, sıkıntı çekmiş. Hatta epeyce yazdıktan sonra tıkandığı bir noktada Anna’nın karşısına dikilip “Beni öyle değil, daha cesur yaz” dediği ve yazdıklarını değiştirdiği de söylenir.

Anna Karenina, “Rus Habercisi”nde 1873-1877 yılları arasında tefrika edildikten sonra, ilk baskısı 1878 yılında yapılıyor.

Jay Parini tarafından 2008 yılında “Son İstasyon” ismiyle bir kitap yayınlanır. “Son İstasyon” Sophia’nın, Tolstoy’un doktorunun, çocuklarının, can yoldaşı Çertkov’un ve sekreteri Bulgakov’un günlüklerinden ve mektuplarından yararlanılarak, tarihi gerçeklere dayandırılarak yazılmış bir roman. Sadece yazar olarak ünlü Tolstoy’un değil, yaşlı, ölmek üzere bir insanın son günlerini anlatıyor. Tolstoy’u Christopher Plummer’ın , Sophia’yı da Hellen Mirren’ın oynadığı 2009 yapımı etkileyici bir filmi de var. Bu kitaptan yola çıkarak Anna ile Tolstoy’un karısı Sophia Andreyevna arasında benzerlikler olduğunu düşünüyorum.

Anna, Vronskiy’i delice bir tutkuyla sever, gözünün kendisinden başkasını görmesini istemez. Giderek vesveseli düşünceler ve kıskançlıklarla hayatı kendine ve aşkına zehir etmeye başlar. Hep bir terkedilme korkusu, aşkını daha güzel ve genç birine kaptıracağı korkusu yaşar. Anna’yı altı kez baştan sona elle yazan Sophia da belki Anna’nın da etkisi altında kalarak benzer davranışlar sergiler. Anna’nınki gibi endişe ve korkularla Tolstoy’un son zamanlarını ona zehir eder. Hatta ilgisini çekmek için göle atlayarak intihar girişiminde dahi bulunur. Her yaptığı ile Tolstoy’u biraz daha kendisinden soğutur. Sonunda korktuğu başına gelir, huzur arayan, kavgalardan bıkan Tolstoy onu terk eder. Gideceği yere varamadan hastalandığı trenden Astapovo İstasyonu’nda iner ve birkaç gün sonra istasyon şefinin evinin bir köşesinde ölür.

Sophia yayınlanan günlüklerinde “Eğer Tolstoy kadınları yazdığı kadar iyi tanımış olsaydı, onunla çok mutlu bir hayatımız olurdu,” diyor. Tolstoy yaşarken duysa karısının bu sözlerine ne cevap verirdi bilmiyorum.

Anna Karenina’da okurken gereksiz gördüğüm bazı sahne ve anlatımlarda var. Çarlık Rusya’sının o dönemdeki düşünce, üretim yapısı, toplum hayatının işleyişi konularını ve mekanizmalarını tam olarak yansıtmak isteyen yazar, bir yerel yönetim seçim sürecini, erkeklere özel kulüpteki ortamı, o günkü toplumsal yaşamla, yönetimle ilgili bugünün okurunun ilgisini çekmeyecek tartışmaları sayfalarca uzun uzun anlatmış. Bu bölümlerde anlatılanların adı “Anna Karenina” olan bir romanda Anna’ya bir katkı sağlamadığını düşünüyorum. Olsa olsa bu bölümler toplum tarihçilerinin, sosyologların ilgisini çekebilir.

Yine aynı şekilde Tolstoy, her şeyi gören, gözlemleyen, hiçbir şeyi atlamak istemeyen entelektüel titizliği ve gerçeği arayan aydın kişiliğiyle; birçok felsefi, dini, yönetimle ilgili meseleyi yarattığı karakterler üzerinden romanda tartışmış. Bu belki kendi kafasını boşaltmasına yardım etmiş olabilir, ancak anlatılan, tartışılan fikirlerden çok, olaylara odaklanan okurun ilgisini ne kadar çektiği sorgulanabilir. Bir okur olarak, adı “Anna Karenina” olan bir romanda, romanın baş kişisi olan Anna’nın iç dünyasını her yönüyle görmek isterdim. Tolstoy, Anna’dan çok daha fazlasını anlatmak isterken, bazı bölümlerde bizi ondan uzaklaştırmış. Hatta okurken Anna ve Vronskiy’nin aşkına paralel olarak anlatılan Kitty ve Levin’in aşkının daha fazla daha detaylı anlatıldığı bölümler olduğu hissine kapıldım.

Anna Karenina’nın yazarlar tarafından bugüne kadar yazılmış en iyi roman seçilmesinin sebebi nedir? Bu soruya birçok cevap verilebilir elbette. Sanırım bunu öncelikle, kendini yer ve zamandan kurtarıp, evrensel olanı yakalamasına borçlu. Günümüzde hâlâ klasik olarak okunup, tartışılmasını sağlayan, o gün için çok yeni olan, farklı, aykırı Anna karakteri değildir. Aşk hâlâ evrensel olarak en çok ilgi gören, aranan, merak edilen bir konu olsa da, ayrıca, Aleksey Aleksandroviç gibi kocalar, Dolli’nin çaresizliğini yaşayan kadınlar, Stepan Arkadyiç gibi eşini, ailesini düşünmeden har vurup harman savuran düşüncesiz kocalar-babalar, Konstantin Levin gibi gerçeği arayan, inançlı olup olmamakta tereddüt eden insanlar her devirde ve dünyanın her yerinde yaşamaktadır. Yıllar geçse, coğrafyalar değişse de, farklı isimler sahneye çıksa da, insanlar arasında yaşananlar, hayaller, beklentiler fazla değişmemektedir. Bugünkü okur da 1878 yılındaki okur gibi, yaratılan karakter ve durumlarda mutlaka kendisinden ve çevresinden tanıdık bir şeyler bulmaktadır. Hayat, eski bir filmin yeni oyuncularla tekrar çevrilmesi gibi, mekân ve zamandan bağımsız devam etmektedir.

Madam Bovary

Gustave Flaubert tarafından 1856 yılında yazılıp, 1857 yılında yayımlanan, edebiyatta romantizmin idealist yaklaşımını bitirip realizmi başlatan romandır. Anna Karenina’nın birinci olduğu Time Dergisinin 2007’de açıklanan “Tüm Zamanların En İyi On Kitabı” listesinde ikinci sıradadır.

Flaubert, Tolstoy’un aksine, kahramanı Emma ile okuru 385 sayfalık (İş Bankası Kültür Yayınları baskısı) romanın hemen başlarında, 10. sayfasında tanıştırır. Flaubert tamamen Emma’ya odaklanır. Anna Karenina’da bugün gereksiz gibi görünen bazı sahne, anlatım ve detaylar Madam Bovary’de yoktur.

Roman, hayli hızlı geçilen Charles Bovary’nin çocukluk, gençlik ve doktor olana kadar ki hayatı ile açılmaktadır. Charles, kendinden yaşça büyük, çirkin bir kadınla maddi hesaplar içeren ilk evliliğini yapar. Mutsuz olur. Bulunduğu yere yakın köylerden birinde yaşayan, orta halli bir köylü olan Rouault’un ayağının tedavisi sırasında, onun sessiz, sakin, çok güzel olan kızı Emma ile tanışır. İlk karısının ani ölümünden sonra Emma ile ikinci evliliğini yapar. Charles hızla Emma’ya aşık olurken, Emma baba evinden ve sıkıcı köy hayatından kurtulmak, hayallerine yelken açmak için, sevmese de Charles’ı koca olarak kabul eder.

Roman, Emma’nın ortaya çıkmasından itibaren onun üzerinden anlatılıyor. Emma, rahibe okuluna gitmiş, sonra bırakmış, piyano çalabilen, çılgınca sevmek, sevilmek isteyen, sahip olduklarından fazlasını düşüncesizce harcayabilen, gözü yükseklerde bencil biri. Hesaplı bir evlilik yaptığı Charles’ı yakından tanıyınca, istediği aşkı onda bulamayacağını anlar ve küçümsediği kocasının dışında seçenek aramaya başlar. Önce yakınlarında bulunan, kendisi gibi aşktan, şiirden, kitap okumaktan hoşlanan, kendinden yaşça küçük Leon ile platonik bir aşk yaşar ama birbirlerine açılacak cesareti gösteremezler. Genç Leon çareyi kasabayı terk edip Paris’e gitmekte bulur.

Emma arayışlarına devam eder. Rodolphe isimli zengin, çapkın bir adamla tanışır. Tecrübeli Rodolphe, Emma’daki aşk isteğini hemen anlar ve duymak, yapmak istediklerini adım adım ona vererek Emma’yı kendisine bağlar. Emma tüm benliğiyle Rodolphe’e bağlanır. Ne kocası ne kızı hiçbir şey umurunda değildir artık. Aşığı ile kaçma planları yapsa da, tek taraflı aşk yaşadığının, kullanıldığının farkında olamayan Emma, Rodolphe tarafından yüz üstü bırakılır. Giderek bunalıma giren Emma’nın karşısına bir tiyatro oyununu seyretmek için gittiği Paris’te eski aşkı Leon çıkar. Artık ikisi de acemi aşıklar değildirler. Yeniden alevlenen aşklarını bu defa daha serbestçe yaşarlar ama Leon eski Leon değildir. O da bir süre sonra gidişatını iyi görmediği Emma’dan uzaklaşır.

Aşkta aradığını bulamayan Emma, hesapsız harcamaları ve borçlanmaları nedeniyle maddi olarak da uçurumun kenarına gelir. Yaşadığı aşklarla duygusal yönden, yaptığı harcamalarla da maddi yönden sıfırı tüketen Emma’nın önünde ölümden başka seçenek kalmamıştır.

Anna ve Emma

Flaubert, Tolstoy’un beğendiği bir yazarmış. 1857’de yayımlanan Madam Bovary’den 21 yıl sonra yayımlanan Anna Karenina’yı yaratmadan önce Tolstoy, Flaubert’in Emma’sı ile tanışmış olmalı. Her iki roman da basıldıkları tarihten itibaren çok okunmuş, tartışılmış ve birçok yazara ilham vermiştir. Anna ve Emma, edebiyatta romantizmden realizme geçişin öncüleri olmuşlar. Anna ve Emma’nın sıra dışı, cesur, aşk isteyen ve bunun için tüm çevrelerini karşılarına alıp, toplumsal değerleri, ikiyüzlülükleri yıkan, ailelerini ihmal eden hayata bakışları ve intiharla yaşamlarına son vermeleri benzese de, iki kadının birbirinden ayrılan yönleri de vardır.

Anna da Emma da eşlerine aşık olmadan, onları sevmeden evlenmişler. Eşleri ile aralarındaki yaş farkları da büyük. Anna’nın kocası Aleksey ile arasında 20 yaş var. Anna’nın Aleksey ile neden ve nasıl evlendikleri romanda anlatılmıyor. Anna büyük ihtimalle kocasının toplumdaki konumu ve geleceği nedeniyle bu evliliği gerçekleştirmiş görünüyor. Emma da kendi açısından bir mantık evliliği yapıyor. Köyde hiçbir zaman sahip olamayacağı hayalindeki yaşama kavuşmak için Charles’ı bir fırsat olarak görüp evleniyor.

Anna, Emma’nın hep içinde yer almak istediği, özendiği renkli üst sınıfta yer alıyor. Bu nedenle aşık olurken parlak bir yaşam hayaliyle değil, gerçek bir aşk ateşiyle yanarak Vronskiy’e aşık oluyor. Emma’nın Leon’a karşı aşkında duyguları ön planda iken, Rodolphe’le yaşadıklarında onun zenginliği de işin içine giriyor.

Anna, Emma’ya göre daha dürüst biri. İlişkisinden kopamayacağını, Vronskiy olmadan yaşayamayacağını anladığında, kocasına yaptığı ihaneti anlatıp boşanmak istiyor. Kocası boşanmak istemeyince yaşadığı çevreden dışlanmak pahasına aşkını tercih ediyor. Emma ise Charles’a bir itirafta bulunmuyor. Hatta ona fark ettirmeden kızını ve kocasını terk edip, aşığı ile kaçma planları yapıyor.

Flaubert de Tolstoy da yazdıkları dönem gereği, sıra dışı kadın kahramanlarının aşklarını anlatırken duygusal durumlarını anlatmakla yetinmişler. Fiziksel, cinsel birlikteliklerinin Anna ve Emma’nın duyguları üzerindeki etkilerini görmezden gelmişler veya okura bırakmışlar. Tensel dokunuşun aşkta önemli bir yeri olması sebebiyle, bundan hiç bahsedilmemesi resmin tamamını görmemizi engellemiş. Her iki romanda bugün yazılsaydı, artık okuyucuların ve izleyicilerin aşina olduğu erotizme yakın sahneler de içerirdi eminim.

Flaubet, romantizmi bitiren realizmi başlatan tavrıyla, sadece Emma’yı anlatmaya odaklanmış. Tolstoy ise, adını romana verse de, Anna dışında başka birçok şey anlatmış.

Bir başka ilginç nokta, Anna da Emma da çocuklarına düşkün değil. Kendileri için onları ihmal ediyorlar. Anna açısından daha da ilginç olan, aşık olduğu Vronskiy’den olan aşk meyvesi kızını değil, sevmediği kocası Aleksey’den olan oğlu Serjoja’yı daha çok seviyor. Hatta romanın sonlarına doğru, Vronskiy’e benzerlikler bulduğu kızından nefret dahi ediyor. Anna’nın kızını sevmeme nedeni, toplumdaki konumunu bozan, herkesi kendinden uzaklaştıran bir durumu simgelediği için olabilir mi? Emma da biricik kızı Berthe’yi umursamaz. Onu dadıların eline bırakır. Gözünü kırpmadan onu bırakıp gidecek kadar bencildir.

Kocaların durumu da birbirine benzemektedir. Aleksey de, Charles da eşlerini sever, hatta aşıktırlar. Ancak, Anna da Emma da eşlerinde değil, başkalarında mutluluk aramayı seçerler. Aşk başka türlü karşılarına çıkarak onları acı sonlarına sürükler.

Sevgililer açısından durum biraz farklıdır. Emma’nın aşk yaşadığı ne Leon ne de Rodolphe bir Vronskiy değil. Vronskiy de güçlü bir aşk yaşıyor, acı çekiyor. Ailesinin ve çevresindekilerin kendisinden beklentilerini bildiği halde, tersini yapıp Anna’nın yanında yer alıyor. Anna’nın ölümünün ardından yaşayan bir ölüye dönüşüyor, onu unutmuyor. Emma’nın ölümü Leon’u da Rodolphe’u da pek etkilemiyor.

Anna ve Emma’nın intihar nedenleri ve seçimleri de farklıdır. Anna’nın kendine güvensizliği, kıskançlıkları, Vronskiy’nin onu istediği şekilde sevmeyeceği endişesi, ruhsal durumunu bozar. Bozuldukça daha dengesiz, kıskanç olur ve aşığını kendinden soğutmaya başlar. Artık baş edemediği, geriye dönüşü olmayan durumundan kurtulmak, Vronskiy’e unutamayacağı son bir acı ders vermek amacıyla intiharı seçer. Tolstoy, bir zamanlar duyduğu ve çok etkilendiği gerçek bir olayı kullanarak Anna’yı tren raylarına atarak intihar ettirir. Anna son amacına ulaşır, Vronskiy’i derinden yaralar. Emma ise kimseye ders verecek durumda değildir. Aradığını bulamadığı aşkları kadar, yaptığı aşırı harcamalar, borçlanmalar nedeniyle içine düştüğü maddi çıkmazdan kurtulmak için de intiharı seçer. Aslında bu dünyadan gitmeyi belki de istememektedir ama önünde başka bir çıkış yolu bulamaz. Zehir içerek ani değil, birkaç güne uzayan yavaş bir ölümü seçer. Ölümü aşk yaşadığı insanları etkilemese de kocası Charles’ı derinden sarsar. İhanetine rağmen onu çok seven Charles da bir süre sonra kederden ölür. Berthe yalnız kalır.

Ahmet Erdemli – edebiyathaber.net (21 Ağustos 2019)

Yorum yapın