“Ah biz bir cam yatakta sevişmiştik ince”
Soru, “beyazın kirlenmesini” akla getiriyor. Acımasız ve hızlı. En beğenilene, en çok bilinene yapılmış saldırıyla karşı karşıya kalmış, korkunç bir türbülansa girmişsinizdir artık. Bir anda o kült şiiri anımsıyor ve sanki bir sorgu yaşıyorsunuz… Aklınıza ne çok şey geliyor. Aklınıza gelenler, bulduğunuz cevaplar, sizi yaşadığımız günlerin içine çekiyor, şiiri güncelliyor ya da günceli şiirleştiriyor.
“Başka Şeylerin Şiirleri”, dikkatle okunacak bir kitap. Ufak bir dikkatsizlikte cam kırılıverse… Özellikle “Tezhip” ve “Minyatür” bölümlerinde şair, her şiirin sonunda Batı ve Doğu mitoloji ya da efsanelerinden alıntılar yapmış. İlk okuyuşta “ne ilgisi var” diye sormadan edemiyor insan; soruya yanıt ararken şiirleri bir daha, ama bu kez daha dikkatli okuma gereği duyuyor. O gereksinme, kitabı elinizden bırakmadan bir kere daha okumaya davet ediyor sizi.
Ama önce küçük bir not: yukarıya aldığım dize kitabın adını belirttiğim bölümlerinde yok. “Ebru” bölümünde bulacaksınız bu dizeyi (bir papatyayı üşümek). Ve mısra-ı berceste denilebilecek değerde başka dizeler. Esasen, bir şiir kitabı bazen bir dize, dörtlük ya da bir şiir değil midir? Bazen de hepsini aşan bir durum… Yazılandan çok “yazılmamış” olanlar başka şeyleri çağrıştırmaz, duyumsatmaz mı bize?
O cam yatağın bir anda kırıldığını düşünün, bir kaos yaşamaz mısınız? Her tarafınız kesikler içinde, ortalık kan revan. Üstelik kimseye haber veremiyor, imdat diye bağıramıyorsunuz. Eli kolu bağlı, dili tutulmuş vaziyette şaşkın kalakalmışsınız. Öyle bir durumda, gürültüyü duyan komşularınızın kapınıza geldiğini veya polis çağırdığını…
İlk bölüm “Tezhip” öyle bir kargaşa ile başlıyor. 2001 yılında İkiz Kulelerin vurulmasıyla birlikte bütün dünyanın içine sürüklendiği kaos: “Ay dokuz, gün on bir/ uçak çan kule/ yıkıldı dünya”. Şair, okuru tam o noktaya çağırıyor. Şiir, bu yoğun acıdan doğuyor; bazen aklı bazen duyguyu yoldaş kılıp ilerliyor kendini anlayacak bir yürek bulana kadar… “İnsan nasıl öldürebilir insanı?” sorusuna “insanlığımızı yitirdik” demekten başka vereceği yanıt yok. “…Savaş her yerde/ Yolda, sokakta, evde, yatakta/ Her yerde intikam” dedikten sonra yitirilenin, kaybedilen aklın ve insanlığın peşine düşüyor: “Olmayanı bulacaktık/ Ve kördük”
İsa Küçük’ün son kitabı Başka Şeylerin Şiirleri, çok katmanlı, farklı okuma ve anlamalara açık. Bu yönüyle de “söylenmeyeni” bulmaya zorluyor okurunu. Şiirleri okurken duygu dünyanızda bir sarsıntı yaşanması kaçınılmaz. Sadece ikiz Kuleler meselesi değildir şairin duyduğu ıstırap, başka acılar da vardır dünyada. Bu nedenle, o sarsıntıdan kurtulmak için can havliyle son bölüme, “Hamiş” bölümüne bakıyorsunuz. Ama atladığınız bölümlerin ne büyük bir kayıp olduğunu ikinci okumada fark edeceksiniz.
“Ah güzelim Annabel Lee”
“Hop dedi Bop” dizesi ile başlıyor Hamiş bölümü, ilk şiirin adı, “Underground”. Bölümde yer alan “Şiir D/üzeni” ve “Gen/etiğiyle Oynanmış Dil İçin Güzelleme” isimli şiirlerle şairin, dil ve şiir konusundaki “bozulmaya” dikkat çekip, “duruma” uygun olarak yabancı bir kavramı şiir adı olarak seçtiğini düşünebiliriz. “Underground” öyle bir kavram; çok sayıda Türkçe sözcüğe karşılık geliyor. En yaygın kullanımı ise “yeraltı”, “gizli” ve “gizli örgüt”. Şair, Emir Kusturica’nın o unutulmaz filmine bir gönderme yapmış olabilir mi? Yaşadıklarımız, şiirde üç harf olarak yer almış olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) aslında o yaygın anlamları içeren ve -aynı zamanda- aşan başka anlamlar da yüklendiğini göstermiyor mu?
“Hop dedi Bop/ Üç kart/ Fil, eşek, deve” dizeleri, o anlamların yanında bir oyunu da çağrıştırıyor; poker. (Oyunun dördüncü kişisi “ayı”, bir önceki şiirde karşımıza çıkmış, oyuna dahil olmuştu) Oyunun elbet kazananı ve kaybedeni olacak. İlk kaybedenin dil, şiir ve adalet olduğunu Hamiş bölümündeki sıralı şiir isimlerinden anlamak olası. Bütün bu kayıpların arkasından “Yeni Dünya Düzeni”, “Kimsenin Beğendiği Dua” ve “Acı Bir Kayıp” sırayla sayfalara çıkıyor. Duanın, yaşamın olağan akışında kayıptan sonra yer alması düşünüldüğünde kuşkusuz bu sıralama şaşırtıcı. Yaşananlar o denli iç sızlatıcı ve acıdır ki gerçek, “kayıptan” çok daha büyüktür ve bu nedenle duanın önüne geçmiştir, geçmek zorundadır. Yaşanan acılar karşısında dua? Korkunç olan, “Yeni Dünya Düzenidir” ve onu durdurabilecek tek çare akıldır. Tam burada o kült şiir, beklenmedik bir biçimde karşımıza çıkıyor; yangınlar içinde bir acı çığlık… “Annabel Lee/ Seni kim öldürdü/ biliyorsun değil mi?”
E. A. Poe, bu soruyu duysaydı ne düşünür ne yapardı hiçbirimiz bilemeyiz. Hayal kırıklığının yarattığı bir soru değil bu; dünyada, özellikle yurdumuzun da içinde bulunduğu bölgede yaşanan “Çöl Fırtınası” ve “Arap Baharı”nın yarattığı ağır travmanın sonucudur yaşanan kaos. Bulunan, verilen ya da verilecek tüm yanıtlar yaşanan acı karşısında yetersiz kalacaktır. Burada belli ki şairin duyguları da allak bullak olmuştur. Lise yıllarında “seninle uyur seninle uyanırdık” dediği “dünyalar güzelini” kaybetmiş olmanın duygularını yansıtması bakımından “Acı Bir Kayıp” ilginç ve ölümcül bir travma yaşatıyor okura. Ancak, -sanırım- bu büyük travma yaşanırken çoğunluğumuzun tanıyıp sevdiği bir “ikonu” incitmek değildir şairin derdi. Ama acı, olanca çıplaklığıyla göz önünde ve dayanılmazdır artık: “Vietnam’da vurdular seni/ Şili’de kurşunladılar/…/ Afganistan’da yitirdin bacaklarını/…./ Ebu Gureyb’de ırzına geçtiler/……/Ne çok sevenin vardı bir bilsen Annabel Lee/ Dünyanın bütün deniz kıyılarında/ Suriyeli çocukların da seveni var/ Biliyorsun değil mi?/
Çıplak acı, okuru kitabın başına, Anadolu topraklarına geri gönderiyor; “Bazen sorular yanıtlardan güzeldir/…/ Uyanır akıl/ Çözer sorunları” dizelerinde anlatılmak istenileni duyuyorsunuz. Ama ne çare; yalanın bitmediği dünyada “umut, hesapsız uzaktır” artık ve atlar nalsız koşuda. Şaire göre milenyum on üç yılı, sanrılar nöbetidir: Emperyal palet içeriye dayanmıştır. O yıl yaşananlar ve yaşananların çağrıştırdıklarıyla insan, “on üç gerçekten uğursuz mu” diye sormadan edemiyor. Şair, duyup gördükleri karşısında “Burası/Ulusal Kurtuluş Savaşı kazanmış bir milletin başkentidir/yanılıyor muyum diye ikirciklenir insan” şaşkınlığını, “Bu topraklarda şehit girmeyen ev kaldı mı daha?” sorusuyla bitirir ve insani değerlere bir saygı çelengi olarak ördüğü “Ebru” bölümüne şu dizeleri köprü yaparak geçer: “Kaba gürültüye duyarsızdır/Yüreklerinizle oynamayın/Sevgi çağımızın biricik yabancı dili/Ölülerin yaşayanlardan fazla olduğu dünyada”
Şair, kitabının “Ebru”, “Hat” ve “Minyatür” bölümlerinde birbirinden değerli imge, çağrışım ve insan özünden seçip getirdiği sözcüklerin elinden tutarak “saray duvarlarına hapsolmuş çocuk sevinci” ve “ok elmayı değil, beni vursun” haykırışıyla yolumuzu kesip bizden “örgütlü bir ıslık” bekliyor: Bazen “Sevda dilinde/ Bombalı bir pankart” ve bazen “Papatyanın koparılmamış yaprağı” olarak yolumuza çıkan o ses, yeni bir umuda doğru kanat çırpıyor sevgi dolu yüreklerde. Ama ne yazık ki “Yeşil Kuşak”a bürünüp çiçekleri ve dalları yitirerek başlayan “Bahar” girdiği ülkelerin kızlı erkekli çocuklarını ve toprağını da yutmuş, Annabel Lee öldürülmüştür…
Başka Şeylerin Şiirleri, dünya, bölgemiz ve ülkemizde “Yeni Dünya Düzeni”nin sonucu olarak doğan “Posttruth” politikaların ürettiği acı ve ıstırapları -öte yandan da- umutları canlı tutarak mitolojik çağlardan bugüne süregelen ve bugün bölgemizdeki acıların sebebi olan sömürgeciliğe politik, etik, estetik ve teolojik derinlikte bir karşı söylemin destanı; şiirin, yalana, yanlışa, çirkine ve kötüye başkaldırısıdır. Yaklaşık 2400 yıl önce Büyük İskender’in duyduğu “dünyayı fethetmekten vaz geç” çığlığını şair İsa Küçük, “Başka Şeylerin Şiirleri”nde Annabel Lee’nin öldürülüş acısıyla bugünün diline çevirerek haykırmaktadır.
O haykırışı duyuyorsanız, Annabel Lee’yi kim öldürdü biliyorsunuz demektir. Evet, sizce Annabel Lee’yi kim öldürmüştür?
Barış Sever – edebiyathaber.net (9 Ocak 2018)