“Bulunduğun yerden ancak tünel kazarak kurtulabilirsin. Tünelin ucundaki ışık, beyninin merkezindeki o küçük çekirdek. Etrafı etle, damarla, kanla, hücreyle örülmüş. Katman katman ilerleyeceksin. Zaman tünelinde geriye gider gibi…”
İçgüdüler bireyin seçimlerinin mutlak katalizörü müdür? Başat olan güdü herkes için aynı mıdır? Annelik içgüdü mü yoksa edinilen belleğin ürünü müdür? Gerek sosyal bilimler gerekse canlıbilimi uzun süredir bu soruların net yanıtlarını arıyor. Annelik karşı konulmaz bir dürtünün ürünü mü yoksa öğrenilen, şekillenen bir sosyal süreci mi kapsıyor?
Toplumsal cinsiyet rolleri binlerce yıllık sosyalleşme hikayemizin, halen etkisini en baskın biçimde gösteren miraslarından biri. Yaşamı kökten şekillendiren ve ayrımları keskin biçimde çizen bu miras, günümüz aydınları ve hak savunucularının odaklandıkları noktalardan. Toplum içinde giydirilen rollerin büyük kısmı cinsiyet kimliği çevresinde gruplaşıyor. Erkek, beden gücü sınırlarını sonuna kadar kullanarak “ailenin” emniyetini ve maddi refahını düşünmeye –“evine ekmek getirmeye”- zorlanırken, kadın, bunları daha rahat sürdürebilmesi için erkeğe konfor sağlayan, “onun için” çocuklar doğurup –onun- neslini (aslında soyadını) devam ettiren yardımcı rolüne itiliyor. Kadına atfedilen bu “yardımcı” etiketi, onun kişiliğine ilişkin tüm ölçütleri tek referansa bağlıyor: “Rolünü” ne denli yerine getirdiği.
Irmak Zileli’nin ikinci romanı Gözlerini Kaçırma’da geleneğin sunduğu rolleri giyinmeyi reddeden bir kadın ve onun iç dünyası çıkıyor karşımıza. Didem, annesi ve kızı arasında durarak, bu üç kadının annelik ilişkilerinin düğümlendiği noktadan ipin her iki ucuna bakıyor. Romanda, fizik evrende bildiğimiz üç zaman da birer kadınla temsil ediliyor diyebiliriz: Geçmiş, birinci anne Hicran, şimdi ise Rüya’nın (geleceğin) annesi Didem. Hicran’ın kadın-birey olma arzusunun üzeri annelik ile örtülürken, kızı Didem için bu arzu annelikten vazgeçmeyi gerektiriyor. Anneliğin, kadınlığı hiçe sayan düsturuna başkaldıran bugünün kadını, geleceği ortadan kaldırarak çözüme ulaşmaya çalışıyor. Yine geçmişle yapılan hesaplaşma, geleceğin kararını vermede belirleyici rol oynuyor.
Toplum, kadının hayatını annelik öncesi ve sonrası olarak ikiye bölerken, anneyi kadınlıktan kopararak birey olmaktan uzaklaştırıyor ve onu “adanmış” kılıyor. Annelik sonsuz şefkat duygusu, büyük fedakarlıklar, kendisini sosyal ve hatta bedensel olarak çocuğunun gerisine atma ve benzeri birçok ritüeli beraberinde getiriyor. Bir noktada, kadının doğuma kadar süregelen hayatının önüne set çekerek, onu bambaşka bir akaktan yol almaya zorluyor. Kimi zaman kadın, birey olma tutkusunun peşinden hızla akıp, sınırların dışına taşıyor. İşte o zaman lanetleniyor ve “kötü anne” oluyor.
Romanda annelik kavramı baştan aşağı sorgulanırken, anneliğin tümüyle kabuk değiştirmek mi olduğu yönünde kafanızda soru işaretleri beliriyor. Didem, bir yandan kendinden bir parça olarak görürken diğer yandan kadın kimliğini annelik ile değiştirerek onu bambaşka bir rolün içine iten kızı Rüya ve kendisini yetiştirmek için rolünü giyinen ancak iç dünyasında örselenmiş kadınlığının sivri çıkıntılarıyla savaşan annesi Hicran arasında, geçmişten şimdiye anneliğin anlamını sorguluyor. Anneliğin “kutsallığı” ve kadınlığın “gerçekliği” arasında sıkışan karakter, üzeri türlü soslarla bezenmiş de olsa gerçeklikten uzak bir tadı reddediyor. Kusursuz ve sonsuz mutluluğun bir simgesi olarak sunulan aile kavramı, bireysel arzuların, hayallerin ve kimi zaman umutların bastırıldığı, birçok mutluluğun yaşanmadan bırakıldığı yönleriyle sunuluyor okura. Okuyucuyu toplumun kutsallarından kopararak, hayatın pek de bahsedilmeyen ve yalnızken bile itirafı zor gerçeklikleriyle yüzleşmeye çağırıyor Zileli romanında.
Didem annelik rolünü reddederek kadınlığına tekrar kavuşmayı düşlerken bilinçaltında bunun yanlış olduğu dürtüsünü halen taşıyor. Bunu kendini yeren ifadeleri sıkça kullanmasından anlayabiliyoruz. Öyle ki, geçmişe yaptığı iç yolculukta kendisini çirkin bir bebek olarak tasvir etmesi bu suçluluk hissinin çok derin ve güçlü olduğunu kanıtlar nitelikte. Bu fiziksel çirkinlik onun hamileliği ve anneliği süresince de devam ediyor. Belki de bu çirkinlikte, fiziksel detayları değil, kadın olarak doğduğu an kendisine biçilen annelik görevini reddeden ruhuna gönderme yaptığını düşünebiliriz. Neticede Didem kadınlığı, anneliğe alternatif bir hak olarak görmekte halen tereddüt ediyor. Ne denli güçlü arzularla kadınlığına sarılmak istese de geçmişi, gördükleri, zihni, hatta rüyaları bile onun anne kimliğinden sıyrılmasını engellemek için yeni silahlar üretiyor adeta.
“Diyeceksin ki, her bebek doğduğunda çirkindir. Oysa tersi olması gerekir. Yenidoğan varlıkları güzel kılacaksın ki kabul edilsinler bu dünyada. Çirkin bir bebeği kim, neden sevsin? Diyorlar ki, bu nedenle var annelik duygusu. Kuzgun ile şahin çelişkisini çözmek için.” Romanda aileye, anneliğe ve hayatın diğer kutsallarına ilişkin cesur saptamalar yer alıyor. Didem’in zihninde savrulan düşünceler aracılığıyla sunulan bu saptamalar bazı noktalarda anne-evlat ilişkisinin “kutsallığını” sorgulatacak ve inanılagelen mitleri sarsacak nitelikte. Didem de bu sorgulamanın kıskacında, önünde eğildiği kimliği anlamsız kılmanın yollarını yaratıyor kafasında: “Annelik duygusu, diyorlar. Tekrarlıyorlar: Annelik duygusu. Annelik duygusu. Annelik duygusu. Çocukluğunda kendi kendine oynadığın bir oyun geliyor aklına. Aynı kelimeyi üst üste söylediğinde kelime giderek bir garabete dönüşüyor. Kibrit. Kibrit. Kibrit. Kibrit. Kibrit. Kibrit. Kibrit’in anlamını unutana dek tekrarlıyorsun. Bir süre sonra harfler bile düzeni bozup yer değiştiriyor. Kirbit oluyor. Biri gidip öteki geliyor. Kirpit oluyor. Anlamsızlığın ve saçmalığın batağına düşüyorsun. Oyunun başındaki kelimeden de, anlamdan da eser yok.”
Gözlerini Kaçırma, geçmişten günümüze kadının kutsal kafeslere hapsedilmiş kimliğini annelik kavramı üzerinden deşiyor. Biçilen annelik rolünde kaybolup hayatın tümüne sırt çeviremeyen, kendini keşfetme yolunda anneliğin hayatını ele geçirişini sorgulayan bir kadın, çizginin ötesinde bir yolculuğa çıkıyor. Bir anne ve bir kadın yazar olarak Irmak Zileli, yeni romanında okurunu, kimliklerin ve rollerin sorgulandığı bu yolculuğu onun penceresinden izlemeye davet ediyor.