“Nefretin başlangıcı yoktur, nedeni de. Kimden ve neden olduğunu bilmeden önce nefret etmeye başlarız. Nefret, aşkta olduğu gibi, nesnesinden önce gelir, sonradan yaratır onu.” (İspanyol Kanı, s. 11)
Sevgili Michel, “İspanya’dan nefret ediyorum” cümleni okuduğumda belleğimden dilime, dilimden söze dökülen tam da buydu: annemden nefret ediyorum… Ölümünün üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra bugün, kanımı zehirleyen, günlerimi, gecelerimi karartan sözcüklerin dudaklarımdan dökülüvermesiyle kendime geldim. Acıyla kasıldı bedenim. Zembereğinden kurtulan saatın tiz sesiyle çığlık çığlığa ortalığı inletmesi gibi bu sözcükle benliğim parçalandı, acı ve utançla çığlık attım. İçimi kanatarak yol bulan, kanımı donduran sözcüklerin ağırlığıyla ezildim, küçüldüm, milyonlarca parçaya bölündüm. Her parçam saklanacak karanlık delikler aradı.
Bunca yıl bir köpek gibi sevgisini aradığım kadın, horladığım, aşağıladığım kadın karşımda duruyordu. Beyaz tülbentinden fışkıran saçlarıyla Medusa’ya benziyordu. Sesi kırbaç gibi şaklıyor, bakışları şimşekler çakıyordu. Gözlerine bakamıyor, taşa kesmekten korkuyordum. Nefesim daraldı, hücrelerimden beynime doğru yükselen bir öfke dalga dalga yükseldi, “Senden nefret ediyorum,” bir kez daha döküldü dudaklarımdan: öfkenin her şeyi içine alıp, yakıp yıkan gücü karşısında dudaklarımdan dökülen cılız, zayıf, güçsüz bir fısıltı. Tüm cesaretimi toplayıp taşa kesmeyi; Perseus’un elindeki Medusa’nın kesik başına bakarken dona kalan Davut gibi,başımı kaldırıp yüzüne baktım. Yoktu. Tam karşımda beyaz badanalı duvarın ortasında çocukken çizdiğim güneşe benzeyen saat, sabahın üçünü gösteriyordu. Bahçeye bakan pencerelerden kış fırtınasının yanıp sönen ışıkları odayı aydınlatıp karartıyordu. Derin bir soluk aldım. Annemin minicik elleriyle sırıdığı kırmızı saten kaplı yün yorganı göğsüme çektim. Kollarım satenin yumuşacık serinliğine kırık bir dal gibi uzandı.
Kitap elimden kaydı. Sözcükler içime akıp toprağa düşen tohumlar gibi kök saldı. Dudaklarımdan dökülen “annemden nefret ediyorum” cümlesi, beyaz badanalı duvarlara çarparak büyüdü… İçimde büyüyen nefretin farkında değil miydim? Dışarıda fırtınalar eserken, yağmurlar pencereleri döverken, kavurucu sıcaklar yemyeşil otları kurutup, meyveleri olgunlaştırırken, sayısız geceler ve gündüzler birbirini takip ederken nefretimi hiç mi düşünmemiştim. Neden yıllarca içimde saklamış, büyütmüş ve hiç ilgisi olmayan bir anda, ölümünden yıllar sonra, “İspanya’dan nefret ediyorum” cümleni okurken belleğimin derinliklerinden önce dilime, dilimden sözcüklere döküp salıvermiştim.
Gerçekte, hiç ilgisi olmayan bir anda derken yalan söylüyorum Michel; bilerek, isteyerek konuyu gerçeklerden uzaklaştırıyor, kendi çaresizliğimi, bağımlılığımı, elimi kolumu bağlayan zincirleri kırma cesareti gösterememin sorumluluğunu ona, o kadına, artık aramızda olmayan kadına, anneme yüklüyorum. Yaşamımla yüzleşmekten kaçıyorum. Hep öyle olmaz mı zaten, yüzleşmekten korktuğumuz gerçeğin sorumluluğunu her zaman bir başkasına, en yakınımızdakine yüklemez miyiz? Sorumluluğumuzdan kaçıp, o utancı yüklenecek bir sorumlu aramaz mıyız? Ama gene de ‘İspanya’dan nefret ediyorum’ cümleni okuduğumda dudaklarımdan dökülen sözcüklere hazırlıklı değildim. Kulaklarım dudaklarımdan dökülen sözcüklerin tınısından uğuldadı, sessizleştim. Neden? Neden şimdi?”
Kalemi elime aldığımda, yazmak istediklerim bunlar değildi. Bir psikiyatr gibi bilinçaltımı parça parça etmek, deşmek ve kanatmak istemiyordum. Kitabın masanın üzerinde duruyor, okunup bitmişlerin arasında kitap raflarındaki yerini almayı, unutulmayı ve ancak konusu gelince hatırlanmayı bekliyordu. Masmavi denizin kıyısında oynayan üç küçük çocuğun öyküsünü yazmak için kalemi elime almış, baharın kokusunu odaya dolduran serin yele yüzümü dönmüş, bilgisayarı önüme çekmiş, yeni öykümü yazmak için hazırlanmıştım. Ama okyanus dalgaları denizin içinde ne varsa kıyıya atar ya, kalemim de bilinçaltımda ne varsa yazıya döküyor, durduramıyor, önleyemiyordum. Benliğimde yarıklar açan, olur olmaz yerlerde yeniden karşıma çıkan anılar zincirinin seline kapılmış, tutsak olmuş, öykümden, deniz kıyısında oynayan üç güzel çocuktan uzaklaşmış, benliğimin karanlıklarına dalmıştım. Sözcükler içimi kemiriyor, bir cerrahın titiz dokunuşlarıyla yaraları kesiyor, kanatıyor; biriken irinleri, akıtıp temizlemeye çalışıyordu. Açılan her kesik, yarayı temizlemekten öte daha çok kirletip, kana ve irine buluyordu. Daha ne kadar kanayacak daha ne kadar içimi parçalayıp duracağım?
Utanıyorum Michel. İçinde bulunduğum yaşamın acımasızlığından, etrafımı saran nefret bulutlarından, sevgisizlikten ve duyarsızlıktan utanıyorum Michel. Sen “İspanya nefretini” doğduğun yerlere giderek, çocukluğunu yeniden ve yeniden yazarak anlamaya, unutmaya çalıştın. Gerçekten yüzleştin mi Michel? İçini yakan anılardan kurtulup affedebildin mi?
Kaynak: İspanyol Kanı, Michel del Castillo, Can Yayınları.
edebiyathaber.net (5 Mayıs 2022)