Nohut Oda, Melisa Kesmez’in beş hikâyeden oluşan kitabının adı. İletişim Yayınlarından çıkan kitap 2019 yılında Sait Faik Hikâye armağanı almış. 108 sayfa. “Kalanlar”, “Son Bir Çay”, “Annemin Çadırı”, “Görüşürüz” ve “Kız Kardeşim Handan” isimli öyküler Nohut Oda’yı var ediyor.
Kitap “Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara… En çok kardeşime…” ithaf edilmiş. Bir sonraki sayfada ise hem ithafa hem de tüm öykülere yakışan Gaston Bachelard’ın o vurucu cümlesi ile başlıyor: “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.”
Öyküler arasında yolculuğunuz bittiğinde yazarın bu sözü neden kitabın ilk sayfasına yerleştirdiğini daha iyi anlıyorsunuz.
Öykülerde anlatılan ortak konularda aile içi ilişkiler, kalanlar, gidenler, mekanların ve eşyaların insanı nasıl etkilediği, hayatın/insanların dayattığı acılar ve her ne olursa olsun bir şekilde hayata tutunmak gerektiği üzerinde duruluyor. Melisa Kesmez sıradan, hayatın içinde var olan olaylardan kesitler sunarken dili ve edebiyatı kullanmadaki ustalığını göstererek kaleme almış tüm öykülerini. Yazar sözcüklerle çok güzel oynuyor ve onlara bugüne kadar yüklenmemiş sıfatlar yükleyerek yazıyor. Öykülerdeki duygu yoğunluğu okurun kalbini derinden etkiliyor.
Tüm öyküler çok etkileyici ama nedense Annemim Çadırı beni daha fazla etkiledi. O yüzden bu öyküyü paylaşmak istiyorum sizinle.
Öyküde yer alan karakterler anne (Selma), baba (Ekrem), ve on üç yaşındaki kız çocuğu. Olayı kız çocuğunun ağzından öğreniyoruz. Annemin Çadırı’ndan birkaç cümle paylaşmak istiyorum sizinle Selma ile Ekrem’in arasındaki ilişkiyi anlamanız için.
“… aynı fotoğraf karesine girmekle yükümle ama gerçekte birbirlerinden kilometrelerce uzak annemle babama baktım.” Sy 48-49)
“Annemle babamı alıp uçsuz bucaksız bir çöle koysak, zıt yönlerde yürüyeceklerine emindim.” (sy 49)
“Biri onları aynı öyküye yazmıştı.” ( sy 49)
“Babam annemin olmadığı bir evde mutlu olmazken, annemin onun olmadığı bir çadırda mutlu olabilmesine ağlıyordu.” ( sy 59)
Şimdi Annemin Çadırı’na dönelim.
Selma’nın mutsuzluğu, hayal kırıklığı, evliliğinde aradığı sevgi ve ilgiyi bulamamasının yanı sıra her şeyden vazgeçişini, kabuğunu kırışını ve bırakıp gitme noktasındaki cesaretini görüyoruz bu öyküde. Aslında Ekrem, karısını seviyor, evin içinde olsun istiyor. Ailesini yediriyor, içiriyor, barındırıyor. Belki de “koca olmayı” böyle bir şey sanıyor. Sevgiyi göstermek ayıp mı zor mu gereksiz mi geliyor, bilinmez.
Oysa Selma ilgiye, şefkate, anlaşılmaya muhtaç ve kocasından arzu ettiği alakayı göremiyor. Demek ki ilişkileri beslemek gerektiğini bilmiyor Ekrem. Herhâlde koca gövdesine, iri cüssesine yakıştıramıyor karısı ile ilgilenmeyi. Acaba aile reisi koltuğu sarsılır mı yüz göz olursam, diye düşünüyor kahramanımız?
Karısını anlayabilseydi yuvası dağılmazdı Ekrem’in. Selma dolma noktasına geldiğinde, sabrı bittiğinde tuzlu çekirdeğe sığınmaz, tuzunu yarasına basmazdı.
Bir doğa olayının, depremin beraberinde getirdiği sarsıntının şiddeti, aile içi anlaşılmazlığın artçılarını geride bırakarak yuvayı yerinden oynatacak boyutta şekilleniyor Melisa Kesmez’in dilinde.
Ne Selma ne de herhangi bir kadın evini, yuvasını, rahatını, konforunu bozmak istemez ta ki güvenli bildiği kabuk çatlayana kadar. Deprem olmasaydı da o dört kişilik masanın başında kocası ile karşılıklı otururken, aynı çatı altında iki yabancı olmuşken, tuzlu ay çekirdeği kabukları ile tepeler oluştururken kafasına koymuştu gitmeyi Selma. O yüzden depremin hemen arkasından herkes sokaklara fırladığında karısının çiçekli geceliğini giyen kocalara, yalın ayak koşuşan insanlara rastlanırken Selma kocasının hırkası üzerinde, cep telefonu cebinde, kızının ayakkabıları ayağında ve kolunda çantası ile tam tekmil giyinik bir vaziyette bulunmuştu kızı tarafından. On üç yaşındaki çocuğun bile dikkatini çekmişti bu tuhaflık.
Depremle birlikte parka bahçeye kurulan çadırlar göze çarpıyordu. Bu çekirdek aile de kırmızı bir çadıra sığınmıştı. Birkaç gün sonra Ekrem evine dönmüş, kızı da peşinden gitmişti. Ama Selma duvardaki çatlağı bahane ederek bir daha evine gitmemiş ve kırmızı çadırda yaşamaya başlamıştı. Depremle birlikte kırmızı çadırdan medet ummuş, ona sığınmıştı. Tehlike geçince, çadırda kalışı değişik bir hâl almış, Selma özerkliğini ilân etmişti. Sonsuza kadar orada yaşayamayacağını o da biliyordu. O yağmurlu geceye kadar durağan olan her şey fırtınanın şiddeti ile yüreği coşan, kabaran ve tüm geçmişini arkasında bırakıp bir bilinmezliğe giden Selma’ya cesaret verdi belki de ve karışıverdi gecenin karanlığına.
Fırtınayı fırsata çevirmek ve karısını evine getirmek için koşan Ekrem’in elinde kalan boş kırmızı çadır. O koca gövdenin çamurların içine düşüşü ve gözyaşlarının yağmur damlalarına karışması.
Evlilik kavramını gözler önüne seren, sorgulayan bir hikâye Annemin Çadırı. Dışarıdan bakınca her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi ama evinde mutsuz olan bir kadının sessiz isyanı okuru sarsıyor.
Ekrem’in kahroluşu gibi bir dramın ardından okurun yüzünü güldüren belki de muzip olarak tanımlayabileceğimiz “Beni dünyaya getiren şeyin mayasında tek taraflı da olsa aşk vardı. Sevindim o zaman. Hiç sevinilecek zaman değildi ya, yine de sevindim ben.” cümlesi ile öykü sona eriyor.
Öykü sona eriyor ama benim kalemimde yeniden başka bir tarzda hayat buluyor ve kitabın yazarına bu dizelerle kocaman bir selam gönderiyor.
BİR KADIN, BİR ADAM VE BİR ÇOCUK
Karanlık, zifiri karanlık
Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor
Yağmur yağıyor, yağıyor yağmur
Bir kadın ağlıyor, ağlıyor, ağlıyor
Gözyaşları yağmur damlalarına karışıyor
Kanıyor kadının kalbi, kırmızı, her yan kırmızı
Çadır kana bulanıyor, çadır kırmızı, kırmızı çadır
Yanakları al ala kadının, adı Selma
Kalk Selma kalk, çık çadırdan
Koş Selma koş, özgürlüğüne koş
Kır zincirlerini esaretinin, yaşa hayatının kalanını.
Karanlık, zifiri karanlık
Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor
Yağmur yağıyor, yağıyor yağmur
Bir adam, bir adam ağlıyor
Ellerinin arasında kırmızı bir çadır
Dizlerinin üstünde çamurun içinde
Bir başına kalışı, yoksunluğu koca adamın
Boşluğa karışan acı bir çığlık
Yankılanıyor “Başlarım depreme de çadırına da” nidaları
Vah Ekrem vah!
Kendin ettin kendin buldun, demezler mi adama?
Selma’n gitti. Karın yitti. Evlilik bitti.
Eyvah! Eyvah ki ne eyvah!
Ağlasan da dövünsen de nafile
Gidenler geri dönmez ki dönsün Selma
Ah Ekrem ah!
Gece karanlık, çadır karanlık, kalbin karanlık
Senin için olmayacak artık aydınlık.
Karanlık, zifiri karanlık
Şimşekler çakıyor, gök gürlüyor
Yağmur yağıyor, yağıyor yağmur
On üç yaşında bir kız çocuğu
Yaşadı depremle birlikte gelen o korkunç sarsıntıyı
Doğduğu günden beri biliyordu artçıların şiddetini
Tuzlu çekirdeğin annesinin derdine ilaç olamayacağını
Ama o gece, o gece
Annesinin buhar olup uçtuğu o gece
Anlamıştı babasının annesini çok sevdiğini
Anlamıştı annesinin babası olmayınca mutlu olacağını
Kızın adı yoktu, yoktu adı
Annesi gidince kocaman gövdeyi teselli etmek ona kaldı
Sarıldı “Geçti, geçti baba” dedi
Selma gitti, deprem bitti
Kız, bir an düşünmedi bana ne olacak diye
“Sevindi, sevinilecek zaman değildi ya, yine de sevindi”
En azından tek taraflı bir aşkın meyvesi olduğuna
Sevindi kız, çok sevindi.
edebiyathaber.net (29 Ocak 2024)