“Hoşça kal, dedi tilki. Ve şimdi de sıra sırrımda, çok basit bir sır. İnsan ancak kalbiyle doğruyu görebilir. Esasın ne olduğu gözlerden gizlenmiştir.”
Yirminci yüzyıla girerken Osmanlı İmparatorluğu’nun otuz dördüncü padişahı II. Abdülhamit tahtta ve altı yaşındaki Yahya Kemal Beyatlı Üsküp’tedir.
Kuzey komşumuz Rusya’da Romanov hanedanının sultası devam etmektedir. Henüz Bolşevikler idareyi ele almamıştır, son Çar II. Nikolay ve ailesi hâlâ hayattadır. Tolstoy Anna Karenina’yı çoktan yazmıştır.
Kaiser Wilhelm II yönetimindeki Almanya-Prusya İmparatorluğu da tüm haşmetiyle ayaktadır ve on bir yaşına basan varoluşçu filozof Heidegger artık ortaokul öğrencisidir.
Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunda ise kudretin asası Kraliçe Victoria’nın ellerindedir. Altıncı yaşına basan Aldous Huxley için Eton koleji henüz ufukta görünmemiştir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Habsburg hanedanı tarafından yönetilmektedir, on yedi yaşındaki Franz Kafka Prag Üniversitesi Kimya Bölümü’ne gitmek için hazırlık yapmaktadır.
Amerika’da Cumhuriyetçilerden William McKinley, başkanlığının son dönemindedir ve yardımcısı Theodore Roosevelt yakında yerine geçecektir. Ernest Hemingway on bir yaşında bir ortaokul öğrencisidir.
İşte böyle bir zaman diliminde, 1900 yılının 29 Haziran günü, Lyon kentinde yoksul düşmüş soylu bir ailenin üçüncü evlatları dünyaya gelir. Yeni doğan bebeğe Antoine adını koyarlar. Ne yazık ki saygın bir sigortacı olan babası Jean, Antoine henüz dört yaşındayken ölür ve annesi Marie sayısı beşe yükselen çocuklarını tek başına büyütmek zorunda kalır.
“Hayatın anlamını öğrenmeye çalışan herkes kendine güvenmelidir. Bu keşfedilecek bir şey değil: Şekillendirilecek bir şeydir.”
Liseyi bitiren Antoine, Fransa’nın önde gelen mimari akademilerinden École des Beaux-Arts’da yüksek öğrenime başlar. Yirmi bir yaşına geldiğinde ise orduya katılır ve pilotluk eğitimi alır. Nişanlısının ailesinin karşı çıkması üzerine pilotluktan vazgeçer ve Paris’te sıradan bir işte çalışmaya koyulur. İşin kötüsü, bu arada nişanı da bozulmuştur. Beş yıl boyunca farklı işlerde zaman geçirdikten sonra içindeki sesi dinler ve tutkuyla istediği işe geri döner. Uçmaya! Artık Fransa Posta servisinde bir pilottur.
Üç yıl Fransa ile kuzey Afrika çölleri arasında mekik dokuduktan sonra Arjantin’e gider ve oradaki posta idaresinin havayolu taşımacılığı bölümünün başına geçer. Bir yandan da uçarken yaşadığı duyguları, anıları, düşünceleri kaleme almaktadır. İlk novellası L’Aviateur (Havacı) bir dergide yayınlanır. 1929 yılında bu kez Courrier Sud (Güney Postası) kitap olarak okurların karşısına çıkar. İki yıl sonra Patagonya, Şili, Paraguay ve Arjantin arasında yaptığı gece uçuşlarını ele alan, doğayla mücadelesini, ölüme karşı koyma duygusunu satırlara döktüğü Vole de Nuit (Gece Uçuşu) yayınlanır. Yine aynı yıl, yani 1931’de, bir yazar ve aktris olan Salvadorlu bir dulla, Consuelo Suncin’le evlenir.
“İnsanlar bir olayın içine girdiklerinde artık korkmazlar. İnsanları yalnızca bilinmezlik korkutur.”
30 Aralık 1935 günü Antoine tek motorlu posta uçağıyla Paris’ten Saygon’a uçmaktadır. On dokuz saatlik bir uçuştan sonra şimdiki Libya topraklarının üstünde Sahra çölüne düşerler. Seyir subayı André Prévot ile birlikten kazadan sağ salim kurtulurlar ancak muazzam bir çölün ortasındadırlar. Dört yıl sonra yayınlanan Terre des Hommes – Rüzgâr, Kum ve Yıldızlar (1939) adlı otobiyografik eserinde anlatacağı gibi, yanlarında pek az yiyecek ve içecek kalmıştır. Gündüzleri dinlenip geceleri yönlerini yıldızlardan tayin ederek, kum fırtınalarıyla boğuşup sahradan kurtulmaya çalışırlar. Dördüncü gün açlık ve susuzluktan bitap haldedirler. Umutların tükendiği, artık halüsinasyon görmeye başladıkları bir anda devesiyle oradan geçen bir bedevi ile karşılaşırlar ve yaşama geri dönerler.
Genç pilot kısa bir süre için Azrail’in pençesinden kurtulmuştur ancak II. Dünya Savaşı çirkin kollarını açmış onu beklemektedir. Antoine, Fransız Hava Kuvvetlerinde göreve başlayacak ve iki yıl boyunca çift motorlu bir askeri uçağın pilot kabininde ölümle dans etmeye devam edecektir. Alman orduları işgale başladıklarında yirmi üç kişiden oluşan takımları, umutsuzca saldırılara karşılık vermeye çalışır. Antoine’ın deyişiyle “orman yangınını söndürmek için havaya fırlatılan birer su bardağından” öte bir işlevleri yoktur. Çatışmaların başladığı ilk birkaç günde içlerinden on yedi kişiyi kaybederler.
Yazar, cinnetin kıyısındaki bu deneyimi 1942 yılında yayınlanan Pilote de Guerre – Savaş Pilotu adlı eserinde okurlarıyla paylaşır. “Savaş bir macera değildir. Bir hastalıktır. Tifüs gibi.” Antoine, fedakârlığın bir oyuna ya da intihara indirgendiğinde bütün anlamını kaybettiğini anlatır kitabında. “Sığınacak bir kale yok, umut bağlanacak bir kurtarıcı da. Uğruna çarpıştığınız, ya da çarpıştığınızı sandığınız insanlara da faydanız dokunmuyor”.
Aradan yirmi yıl geçer. Joseph Heller, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya Alplerinin üzerinde Almanlarla çarpışan bir Amerikalı pilotun başından geçenleri Catch-22 (Madde -22) adlı eserinde mizahların en karasıyla hicveder. Böylece Heller de bu çılgınlığı, yaşanan kahredici vahşeti, savaşın anlamsızlığını edebiyat okurlarıyla paylaşan yazarlar kervanına katılmıştır.
Nazi Almanyası Fransa’yı işgal edince Exupéry Amerika’ya göçer. Long Island’da bahçe içinde büyük bir kiralık evde yeniden yazmaya başlar. Bu defa kısa bir öykü vardır kafasında. Bir novella. Sanki çocuklar için yazılmış gibi duracaktır kitapçıların raflarında…
Antoine de Saint Exupéry’nin en ünlü eseri Le Petit Prince – Küçük Prens 1943 yılında yayınlanır. O küçücük kitabın kısa zamanda yüz doksan farklı dile çevrileceğini ve seksen milyondan fazla satacağını kim bilebilirdi?
“Tüm yetişkinler bir zamanlar çocuktu… Ne yazık ki pek azı bunu hatırlar.”
Fili yutan bir boa yılanı çizer çocuk. Resmine bakan yetişkinler ise bir şapka gördüklerini sanırlar hep. Büyüklere derdini anlatamayacağını anlayınca pilot olmaya karar verir küçük çocuk. Aradan seneler geçer. Bir gece uçarken çöle düşer. Tek başına çölde dolanırken karşısına “Küçük Prens” çıkar. Küçük Prens aslında B-612 gezegeninden gelen bir uzaylıdır ve pilotun kâğıda çizdiği boa yılanını hemen tanır. Çünkü bir yetişkin değildir…
“Geldiğin yerde” dedi Küçük Prens, “bir bahçede beş bin adet gül yetiştiriyorlar… yine de aradıklarını bulamıyorlar…”
“Bulamıyorlar” diye cevapladım.
“Aslında aradıkları şeyi tek bir gül goncasında, ya da bir parça suda bulabilirlerdi…”
“Pek tabii” diye cevapladım.
Ve Küçük Prens ekledi, “Ama onların gözleri kapalı. Kalbinle bakmalısın.”
“Günaydın,” dedi Küçük Prens.
“Günaydın,” dedi tüccar.
Bu tüccar bir ilaç satıyordu. Tek bir tane draje alıyordun, bir hafta su içmene gerek kalmıyordu.
“Bunları neden satıyorsun?” diye sordu Küçük Prens.
“Çünkü çok zaman kazandırıyor” diye cevapladı tüccar. “Uzmanlar hesapladı, haftada elli üç dakika kazanıyorsun.”
“Peki, o elli üç dakikada ne yapıyorsun?”
“Canın ne isterse…”
“Bana kalırsa” dedi Küçük Prens, “canımın istediğini yapabileceğim elli üç dakikam olsaydı, temiz, berrak bir su kaynağına yürümek isterdim.”
“İnsanların artık hiçbir şeyi anlamaya vakitleri yok. Dükkânlardan hazır şeyler satın alıyorlar. Ancak içinde arkadaş satılan dükkânlar olmadığından, artık insanların arkadaşı yok.”
Exupéry, 1943 yılının sonlarına doğru Özgür Fransa adına müttefik kuvvetler komutasında yeniden uçmaya başlar. Görevi 6 Haziran 1944 Normandiya çıkarması öncesi keşif uçuşları yapmak, düşman hatlarının gerisine sızıp bilgi toplamaktır. Kaza yapınca bir süre uçmasına izin verilmez. Çok geçmeden, Müttefik Kuvvetler Başkomutanı General Eisenhower’dan çıkan özel izinle yeniden pilot kabinindedir. Ancak Fransız General Charles de Gaulle, Exupéry’nin Nazi’lere yardımcı olduğu şeklinde bir açıklama yapınca kendisini içkiye verir. Son görevi şaraplarıyla ünlü Rhone bölgesinde keşif uçuşu yapmaktır. 31 Temmuz 1944 günü Korsika adasından havalanır ve bir daha kendisinden haber alınamaz.
1998 senesinde bir Fransız balıkçı, üzerinde Antoine de Saint Exupéry yazan askeri bir künye bulur. 2003 yılında, o bölgede yapılan araştırmalar sonucunda uçağın enkazına ulaşırlar.
Savaş bir can daha almıştır.