Edebiyat kurgusuyla bazen eleştirerek bazen de destekleyerek kişinin kendini nasıl tanımladığını göstermeye çalışır. Ama bu tanım üzerine düşünmek de okura aittir. “Kurmaca anlatı belli ölçüde kontrol altında tutulan vahşi yaşama benzer; bize öteki olma, yabancı olma, ona dönüşme olanağı sunar. Duygudaşlık kurarak, açık olarak kendine dönüp bakma riskini alarak hatta…” diyor Nobel ödüllü yazar Toni Morrison. Birbirimizi ayırdığını sandığımız farklılıklarımız olduğu yansımasını aşmanın da bir yolu bu. Bunun için dil, İmge ve deneyim gibi çok güçlü kaynaklar var elimizde. “Dil aramızdaki mesafelerin ortadan kalkmasını sağlar, ister aramıza kıtalar girsin ister aynı yastığa baş koyalım ister başka kültürden gelelim, yaş veya cinsiyet farkı olsun olmasın, farklılıklarımız toplumsal olarak yaratılmış ya da biyolojik olsun aramızdaki mesafeyi dille aşarız. Bazen dili harekete geçiren bazen de dili gölgede bırakan imge sadece ne bildiğimizi ve hissettiğimizi değil aynı zamanda hislerimizden hangilerinin önemsenmesi gerektiğine ilişkin görüşlerimizi de belirler. Yani dil ve imge deneyimi besler ve şekillendirir.”
“İster bir anlığına ister uzun süreliğine, hoşlanılmamanın, kabul görmemenin, öteki olmanın nasıl bir his olduğunu düşünün” diyor Morrison En Mavi Göz adlı romanında. Özelikle dış bakıştan kaynaklanan aşağılık olma hissinin hasar bırakıcı biçimde içselleştirilmesi üzerine odaklanan yazar, romanda toplumun en narin üyesi olan bir kız çocuğunu merkezine koyuyor. Bütün bir ırkın şeytanlaştırılması gibi anlamsız bir şeyin bu kız çocuğu üzerinde nasıl bir yıkıma yol açtığını gözler önüne sererken kadın bedeni üzerinde politikalar üreten ataerkil toplumları da masaya yatırıyor bir taraftan. Gerek diliyle gerek yasalarıyla çaresizliği dayatan bu dünyanın içindeki çocukların, kadınların daha doğrusu tüm ötekilerin yaşadığı yıkımı göstermek isteyen Morrison bunun nedenini; “Birilerinin yazması gerek çünkü. Hiç olmamış gibi davranmak; hiç tanımadığımız o insanların, hiç yaşayamadıkları o hayatlarının bir zamanlar var olduğu gerçeğini değiştirmez. Birilerinin hatırlatması gerek.” diyerek açıklıyor bize.
Başkaları tarafından dayatılan güzellik olgusunun bile insan üzerinde olumsuz etkisi olabileceğini gösterirken aslında elimizde güç olsun ya da olmasın sürekli olarak bir öteki inşa ettiğimizin altını çiziyor. Tarih boyunca değişmeyen tek davranışımız… Kitabın kaleme alındığı yılların siyahların hayatlarında olağanüstü toplumsal ayaklanmaların ve değişimlerin olduğu bir dönem olmasından dolayı birçok olaya değinmek zorunda kalsa da hikâyenin kapısından giren okur Pecola’nın yaşadığı kötü olayların yüküyle çıkıyor. Sevgisizliğin, yoksulluğun ve cinsel istismarın pençesinde, hayatın tüm kötü duvarları arasında kalmış Pecola’nın hikâyesini mevsimlere bölerek (kendi deyimiyle parçalı bir dünyadan) anlatıyor Morrison; okurun sadece davranışa odaklanmasını istediği için. “Romanın sorguladığı meselelerin ağırlığını böylesine narin ve savunmasız bir karaktere yüklemek bu karakterin ezilmesine yol açabilir, okuru da bu ezilmede kendisinin nasıl bir payı olduğunu sorgulamaya sevk etmekten ziyade, karaktere acımaya sürükleyebilirdi.”
Hazan mevsiminde tanıştığımız babası tarafından cinsel istismara uğrayan Pecola, tecavüzü ya da tecavüze önayak olan şartları anlamasını sağlayacak kelimelere sahip olmadığı için kendini bir türlü ifade edemiyor. Yazarın deyimiyle “varolmayış”ının yarattığı boşluğun altından kalkamayan küçük kızın çaresiz çırpınışları içinde yok oluşunun hikâyesi bu. “Lütfen Tanrım diye fısıldadı avucunun içine. Lütfen ortadan kaybolmamı sağla. Gözlerini sımsıkı yumdu. Vücudu yer yer yok olmaya başladı. Kimi zaman yavaş yavaş, kimi zaman aniden… Sonra tekrar yavaş yavaş… Parmakları teker teker gitti; ardından kolları yok oldu, ta dirseklerine kadar. Sıra ayaklarında. Evet, bu iyiydi. Bacaklarının tek seferde ikisi birden gitti. En zor kısım belden yukarısıydı. Hiç kıpırdamaması ve çok gayret etmesi gerekiyordu. Karnı bir türlü gitmek bilmiyordu. Ama sonunda, o da yok olup gitti. Sonra göğsü, boynu vardı sırada. Suratı da zordu. Olmak üzere, olmak üzere… Geriye yalnızca sıkı sıkıya yumduğu gözleri kalmıştı. Zaten hep öyle olurdu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gözlerini yok etmeyi asla başaramıyordu. O zaman ne işe yarıyordu ki bu? Her şey onlarda her şey onların içindeydi. Tüm o resimler tüm suratlar.”
Kendisiyle iletişime geçmeyen ebeveynlerini, arkadaşlarını, yaşadığı çevreyi sürekli gözlemliyor Pecola. Kendince çıkış noktası bulma, dünyayı anlamlandırma çabası bu onun için. Ulaşamadığı hatta göremediği ama zihninin vadilerini dolduran o mavi boşluğa uzanmak için çırpınan, kanatlı ama yere çakılıp kalmış bir kuş gibi. Tek istediği şey ise beyaz bir kız çocuğunun mavi gözlerine sahip olmak. “Onu görmezden gelenleri düşünen Pecola saatlerce aynaya bakar bunun nedenini düşünürdü. Ona göre bunun nedeni mavi gözlü olmamasıydı. Resimleri içinde barındıran ve görüntüleri tanıyan o gözleri farklı olsaydı, yani güzel olsaydı kendisi de farklı olabilirdi. Bu gözler önünde kötü şeyler yapılmaz.”
Kitabın ilk cümlesinde “Aramızda kalsın ama” ifadesi çok ilginç geliyor bize. Morrison burada kulağımıza gizli kalmış bir olayın ifşa edileceğini söylemek istiyor aslında. Kitabın anlatıcıları olan çocuklar sonunda bize sırlarını açıklıyorlar zaten. Arkadaşlarını kurtarmak için çocukça çareler deneseler de onu kurtaramamanın yükünü de bizim omuzlarımıza bırakıyorlar. Bizler sırrımızı size anlattık, evet yetişkinler artık siz düşünün dercesine. “Hepimiz onu tanıyan herkes pisliğimizi ona silerek temizledikten sonra çok erdemli hissettik kendimizi. Onun çirkinliğinin üzerine bindiğimizde hepimiz çok güzeldik. Sadeliği bizi süsledi, suçu günahlarımızdan arındırdı, çektiği acı sağlıkla ışıldamamızı sağladı, acayipliği sayesinde mizah anlayışımız var zannettik. Onun konuşamaması kendimizi dilbaz sanmamızı sağladı. Pecola ise yavaş yavaş delirdi. Bu delilik, sırf en sonunda bizi sıktığı için, onu bizden korudu.”
Pecola’nın yaşadıklarının suçlusu onu görmezden gelip başına gelenlere tepki göstermeyen yetişkinler. Onun yıkımında herkesin payı var. Toplumun topluca sağırlaşması, mağduru görmezden gelmesi, yaşadığı dayanılmaz olayın nedenlerini ona yüklemesi bugün şiddete uğrayan, öldürülen kadınların yaşadıklarına o kadar benziyor ki… ‘Gece sokağa çıkmasaymış o da… Ne işi varmış orada…’ gibi söylemlerle suçu işleyene odaklanmak yerine mağdura yüklenmenin kolaycılığını tercih etmiyor muyuz çoğu zaman. Morrison’a göre böyle davrandığımızda kendinden şiddetli biçimde nefret eden mağdurlar yarattığımızı ve onların kendilerini aşağılayan düşmanlarının kopyası olduklarını söylüyor. Ona göre bazı mağdurlar ise kimliklerinden vazgeçip kendilerinde olmayan güçlü kişiliği sunan bu yapının içinde eriyip gidiyorlar. Kendilerini ifade edemeyen yok olup gidenlere ses olmaya çalışıyor Morrison bu yüzden. Bunu yaparken kalemini korkusuzca kullanmaktan da çekinmiyor.
Yazar, sessizce kimse farkına varmadan, yaşadıklarını dile getiremeden yok olup giden mağdurların fotoğrafını çekip belleğimizin dehlizlerine bıraktığına, çocuklar da yaz mevsiminde sırlarını kulağımıza fısıldadıklarına göre artık söyleyecek bir şey kalmadı; nedenlerden başka. Şimdi tüm bu anlatıdan ve ifşadan sonra ne yapacağız peki? Üzerimize aldığımız bu yükün ağırlığı karşısında nasıl bir tavır sergileyeceğiz?
Nedenler üzerine mi düşüneceğiz yoksa nedenin altından kalkmak zor geldiği için her zamanki gibi, sadece nasıla mı sığınacağız?
Kaynaklar
Toni Morrison, En Mavi Göz, Sel Yayınları
The Toubibs recommendent: The Bluest Eye – Toni Morrison
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (3 Mayıs 2021)