Parçalı ve çok katmanlı bir metin Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet. Romanı bitirdiğimde, yere düşüp kırılmış bir aynaya bakıyor gibiyim, her bir parçada ortaya çıkan görüntünün bir diğerindekinin devamı olduğu bir ayna. Ana bölümdeki hikâye ve diğer metinler farklı okumalara izin verecek yapıda. Ancak ben bu dar alanda, tek bir ana izlek üzerinden gideceğim.
Janus’un yalnızlar için çok özel hizmeti, yalnızlığı, mutsuzluğu hat safhada yaşayan, hem toplumsal hem mesleki anlamda kendini tecrit etmiş bir adamın, ölü bir kadının zihnini kendi zihnine transfer etmesiyle başlıyor. Devasa renkli bir kürenin içine çekiliyordu, kokularla, tatlarla, dokunuşlarla, seslerle dolu bir dünyaya. Tam da ana rahmini çağrıştırıyor; kayıp cennetin haz dünyası. Bedeninin her yeri, her köşesi uyarılıyordu. Birtakım uyarıcı, uyuşturucu maddelerin yaşattığına benzer bir deneyim olmalı. Duyularıyla birlikte hayal gücü de müthiş bir şekilde tetikleniyor. Beni besliyor, beni esir alıyor, bana ruhunu üflüyor. Besleyen anne olmalı, esir alan güç sahibi bir otorite, ruhunu üfleyen ise tanrı.
Janus’un hikâyesi, hem kurgusu hem de temposuyla romanın diğer kısımlarından tamamen farklı. Diğer bölümlerin yazarı, edebiyat dünyasının büyük isimlerini, Mirat’ın Esra’yı zihnine alışına benzer bir şekilde, zihninde yaşatıyor.
Borges’i, Tanpınar’ı ve Nerval’i düşünüyorum. Her bir yazarın dünyası öyle büyük derya deniz ki nasıl bir araya gelebilirler? Ama geliyorlar işte. Romanın kurgusal yazarının zihninde hepsinin çok geniş yer aldığı çok belli.
Önsöz’deki Borges’e mektup babaya mektup gibi. Nerval’in yediler betimlemesinde ifadesini bulan bağlı olduğuna inanabileceği bir köken, bir soyağacı arayışını düşündürüyor. Bu soyağacının damarları kanla değil duyguyla, düşünceyle, aynı rüyaların peşinden gitmekle can buluyor olmalı.
Nerval’in, Faust’un bir bölümünü çevirdiği aklıma geliyor. Marcel Proust’un Nerval’in çocukluk anılarını ve geçmiş arayışını dile getiren Sylvie’sinden çok etkilendiği okumuştum bir yerde. Tanpınar’ın Proust’a, “Derin tahlil Proust ile başlar,” diyecek kadar değer verdiğini bir zaman not almıştım. Diğer taraftan Borges’in ateşli bir hastalıktan sonra o lezzetine doyulmaz kısa öykülerini yazmaya başlaması ile Nerval’in sinir krizleri geçirmeye başladıktan sonra ortaya koyduğu eserlerle edebi yeteneğini zirveye taşıması ilginç. Tüm bunları hatırlayınca bu yazarların aynı edebiyat tarikatını takip ettiklerini, ürettikleri eserler vasıtasıyla birbirine el vermiş müritler gibi olduklarını, gerçek hayatta bir araya gelmeseler bile düş dünyasında her daim birlikte olduklarını düşünüyorum.
Platon’un mağarasından çıkmak ancak muhayyile gücüyle olur, demişti Dücade Cündioğlu. Rüya, ikinci bir yaşamdır, diyen Nerval de, yazının yönetilen bir rüya olduğunu söyleyen Borges de hep mağaranın dışında dolaşmışlar, tekrar o sahte gölgelerin oynaştığı karanlığa girmeyi hiç istememişler sanki. Herkes bilir ki, sık sık, çok canlı bir parlaklık sızsa da, rüyada asla güneşi görmeyiz. Çünkü Platon’un da söylediği gibi gördüğümüzü zannettiğimiz güneş hakiki güneş değil. Beni bu akşam bekleme, çünkü gece siyah ve beyaz olacak. Rüyalar siyah beyazdır çünkü. Nerval’in ölümü talihsiz bir ölüm müdür? Bizler için kesin öyle. Ama kendisi hep özlediği, hep olmak istediği o rüyalar âlemine karışmış, Aurelia’sına kavuşmuştur diye düşünmek istiyorum. Tanrıça bana şunları söyledi: “Meryem neyse ben de oyum, annen neyse ben de oyum, tüm şekiller altında sevdiğin kimler varsa oyum.”
Bir de zamansızlık kavramı var. Rüyalarda zaman yok. Bilinçaltında zaman yok. Nerval’in (diğer yazarların da) birbiriyle döngüsel ilişki içindeki rüyalar, imgeler ve semboller dünyasında zaman yok. Phthagorasçı dairesel bir zaman içinde varlıkların çeşitli tenlere bürünebileceğini düşündüren şiirsel bir anlatım var.
Aynı yerlerde dolaştığını hissettiğimiz Tanpınar’ın da geçmişin hatıralarında aradığı bütünlük hissi, her zaman kendinden bir adım ötede hissettiği hakikati yakalama çabası benzer bir hayalde birleşiyor olabilir mi? Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın, Parçalanmaz akışında.
Tüm bu yazarları ve onları sürekli zihninde taşıyan ve bu romanda bir araya getiren Gülsoy’u da, bilinçaltının labirentlerine dalmaya ve gerçek hayatta izini bulamadığı o erişilmez, vazgeçilmez, olağanüstülüğün peşine düşmeye yönlendiren aynı müphem hülyadır muhakkak. Beni içine çekmek isteyen ayartıcı yeryüzünden çıkıp gidebilseydim yıldızlara…
Romanın sonsöz kısmında metin Nerval’in izinde, hep onu takip ediyor. Ama o da bir noktada kendisi oluyor. Nerval’in Doppelganger’ının peşinden gitmesi gibi. Borges’in Doppelganger’ıyla oturup sohbet etmesi gibi.
Nerval’in Aurelia’sından ayrı düşmüşlüğünün yaşattığı acıya benzer bir acıyı sonsözün kurgusal yazarı da yaşıyormuş gibi görünüyor. Tanrım lütfen yanlış anlaşılmama izin verme şarkısıyla başlayan metinde, suçluluk duygusunun kokusunu alıyoruz. Tıpkı Nerval’in Aurêlia’sındaki gibi. O seçkin koca, o utku kralı yargılıyor, suçluyor beni. İnsanüstü bir imgeye layık olmak zor. Onu hep yanında tutmak ne mümkün. Elimi uzatsam tutabileceğim birileri az önce buradaydı ama şimdi yok.
Aurelia’nın kanlı canlı gerçek bir insan olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir kadının yüzü aydınlatıyordu her yeri ve yokluğu acıtıyordu. Aurêlia… Bir tanrıçaya yakışacak bu güzel yüze baktıkça aklımın içinde eski benden uzaklaşıyor, ötekine dönüşüyorum. Aurelia Nerval’in zihninin tek hâkimi, Mirat’ın Esra’sı gibi. Yine de bir annenin elini özlüyorduk. Avucunun içinde bir göz olsun, bizi kötülüklerden korusun diye.
Özlenen peşinden gidilen anne imgesi, ana tanrıça özlemi, edebiyatçılar için süblime bir faza geçmiş, entelektüel yaratımla kendini ifade yolu aramıştır muhakkak.
Nerval’in edebiyat hayatına ilk adım attığında çevirilerini yaptığı Goethe ile bitirmek istiyorum:
Bütün fani olaylar sadece birer imgedir. Ebedi dişi bizi ötelere çağırıyor.
Nuran Durmaz – edebiyathaber.net (12 Şubat 2016)