Arayışın romanı | Hatice Balcı

Ağustos 15, 2022

Arayışın romanı | Hatice Balcı

Arjantinli gazeteci ve yazar Jorge Fernandez Diaz’ın Annem isimli romanı geçtiğimiz aylarda Bilgi Yayınevi etiketiyle yayımlanmıştı. Ne yalan söyleyeyim, Arjantin’in dünyaca tanınan yazarlarından Julio Cortazar’ı henüz okumamışlığımın utancına karışmış eksiklik duygusuyla elime aldım Annem’i. 

Jorge Fernandez Diaz’ın anlatısı otobiyografi ile roman sanatının bir bileşimi. Yazar kurduğu bu yapıya dair nedenselliği açıklıyor da. Hem de bir ilk veya son söz olarak değil, metnin kalbine yakın bir yerlerde. Nitekim romanın yazılma serüveni, yazarın annesi Carmen’e depresyon tanısı konulmasıyla başlıyor. Carmen bir psikiyatriste başvuruyor. Hasta- doktor görüşmelerinde uzun uzun konuşurlarken Diaz annesinin neler söylediğini merak ediyor. İçten içe onları kıskanıyor da. Ve sonunda bir söyleşi teklifiyle Carmen’in kapısına dayanıyor. Daha sonra olanları romanda şöyle anlatıyor yazar: “…Beni ilgilendiren şey, olayların gerçek sırası ve gerçekte neyi gizledikleriydi. Kalemi elime alıp eski röportajcılık mesleğime geri döndüm. Bazen günbegün devam ederek bazen birkaç gün ara vererek onunla toplam elli saatlik bir söyleşi yaptım; birçok kez odasına çekilip sessizce ağladığı, bazen de kahkahadan yerlere yattığımız için ara vermek zorunda kaldık.

Körlemesine, beni nereye götürdüğünü bilmeden yazıyordum ama aynı zamanda kaçınılmaz olarak bunun otuz yıldır gizli gizli bir şeyler yazmaya çalışan vasat bir yazarın eseri olacağını da biliyordum -sanki bu sürede yazdığım ve öğrendiğim her şey bu alacakaranlık hikâyesinin sadece bir provasıydı. Bu sanki zarların sahibi olan Tanrı’nın kurnazca uygulamaya koyduğu bir plandı.” İnsan bu satırları okurken ne çok soru üretiyor. Diaz, o güne dek yazdıklarının vasatlığından emin olsa da kimselere sezdirmeden edebi çalışmalarını on yıllarca yürütmüş. Bir yazarın maddi getiriye dönüşmedikçe yazdıklarını sevdiklerinden bile gizleme gereği duyması acı verici. 

Dile kolay; elli saat, biriken çok fazla söz demek. Annem’de Diaz neleri ayıklayacağını, kimleri ve hangi olayları/yaşanmışlıkları ön plana çıkaracağını belirlerken damıttıklarıyla yoğun bir öze ulaşmış. Karşımıza yükte hafif, niteliği paha biçilmez destansı bir yüz seksen sayfa çıkmış.  

Bir yeri yurt edinmek

Carmen on beşindeyken- sefaletten kurtulsun diye- İspanya’nın Vigo limanından gemiye bindirilerek Arjantin’e yolcu edildiğinde ailesini ve doğup büyüdüğü Asturias’ı sonsuza değin yitirir. Buenas Aires’te halası ve eniştesiyle aynı evde kalır. Onların baskıcı, ikiyüzlü, hoyrat tavırlarına rağmen “birey”olarak varlığını ortaya koymaya, kendi yolunu çizmeye uğraşır. Zorlu yaşam mücadelesi bazı noktalarda onu ister istemez katılaştırır fakat hiçbir zaman başkalarının acılarına karşı duyarsızlaşmaz; şefkatini sevdikleriyle sınırlamaz. İlgi görmeye, gözetilmeye ihtiyaç duyan yakınlarına yardım eder (bu kişi geçmişte ona acı çektirmiş biri bile olsa). Beride ise çok daha iyi bir yaşamı tahayyül etmekten geri durmaz. Onun bu tahayyülü, başkaları üzerinde otorite kurma arzusuyla alakalı değildir; insanlık onuruna yaraşan neyse onun peşindedir aslında…Gel zaman git zaman yirminci yüzyılın ilk yarısında İspanya’nın Asturias kırsalından Arjantin’e göç edenler Buenos Aires’te bir topluluk oluşturmuş, derneklerini bile kurmuşlardır.

Kitapta İspanya İç Savaşı’nın, göçmenliğin, ekonomik bunalımların, aile içi şiddetin, istismarın, yoksulluğun trajedilerine; dansların, şarkıların ve de illaki aşkların, dostlukların, tatlı heyecanların coşkusu karışıyor. Ve bunların her biri topluluğun içinden süzülerek bize de geçiyor. Onların hem kendi tekilliklerinde hem de aidiyet geliştirmeye çabaladıkları yeni ülkelerinde “Arjanyol’lu (İspanya ve Arjantin sözcüklerinin karışımından türeme) değişim dönüşüm hallerine, mutluluk arayışlarına, hayatta kalma mücadelelerine tanık oluyoruz. Öte yandan Jorge genel geçer doğrulara şüpheyle yaklaşırken dönüp dönüp kendi doğrularımızı da sorgulamaya götürüyor bizi. Daha çok da kendini ve meslektaşı Gonzalez’in yaşam felsefesini anlatırken yapıyor bunu.

Tüm bu tanıklıkların okuyucuya taşınmasında, İdil Dündar’ın İspanyolcadan dilimize yaptığı çevirinin içerdiği muazzam emeği anmadan geçmeyelim. Yazarın anlattığı ve Dündar’ın da bize ustalıkla taşıdığı roman kişilerinin o güne dek yaşadıklarını ve de yaşanmakta olanları okudukça, onlarla alakalı yeni yeni haberler aldıkça kâh soluklanıyor kâh kıssadan hisselere dalıyoruz. Arada bir de kalbimiz sıkışıyor.

Yenilgileri neşeyle karşılamak*

Yazarların, ailelerini anlattıkları kaç tane roman vardır? Ya da kimi romanlar birer  aile tarihçesi değil midir aynı zamanda? 

Geçtiğimiz aylarda usta edebiyatçılarımızdan Nedim Gürsel’in yine otobiyografik anlatı kapsamında değerlendirebileceğimiz Son Yolcu’su yayımlanmıştı. Eser, büyük ölçüde, Gürsel’in bugüne değin yazın alanında yaptığı çalışmaları yeniden hatırlama fırsatı veriyor ve içe bakışın izlerini taşıyordu. Gürsel romanında kısa kısa da olsa aile bireylerine değiniyordu. Diaz’ın eserinde, aile romanın odağında. Yine bir aile anlatısı diyebileceğimiz Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ına benzer biçimde önümüzde belirenler çağımızın çeşit çeşit insan hikâyeleri ama bir yanıyla da zamansızlar. Marquez hikâyelerini bize taşırken gerçekle gizemi hayranlık uyandırarak yoğuruyor, biçemi başkalaştırıyordu. Annem’de gizem, hatırı sayılır bir cazibeye sahipse de sıklıkla karşımıza çıkmıyor.  Anlatıdaki karakterler arasında izini sürebilir miyiz diye baktığımızda ise bir görünüp bir kaybolduğunu fakat Jorge’nin dedesi Jose de Sindo’nun kişiliğinde ete kemiğe büründüğünü söyleyebiliriz. Ancak Jose’nin gizemi yazarın bezemeleriyle oluşmuyor. Ölürken sırlarını da beraberinde götüren dedesinin yakın arkadaşlarından birine ulaşan Jorge, bu kişiyle uzun uzun konuşurken gizemi aydınlatan kimi parçalar ortaya çıkıveriyor.   

Kayıp şeyler

Büyük yazarlar, bir kez aile bireylerinin röntgenini çekmeye hazırlandıklarında dönemin sızıları, bozgunları, öfkeleri, zorbalıkları ama bir yandan da umutları, hayalleri, aşkları, başarıları, duyarlıkları üzerine pek çok gerçeği yakalayabileceklerini, burada insana, insanlık hallerine dair sarsıcı buluntularla karşılaşacaklarını sezerler. Annem’i okurken de göçün, göçmenliğin yüzyılına dönüşen çağımızda yazarın sözleri, bakışı, duyuşu yeryüzünün yörüngesini dolaşıp duruyormuş gibi geliyor insana.

Son olarak, Lehrer’e atıfla söyleyelim. Belli bir parça gizem, yaşadığımız sürece kendi gerçeğimize karışıp duracak ama aynı anda bilim de karışacak.** Hem oyuz hem de öteki. Aksi halde dünyayı anlama çabamızı tutkuyla, inatla sürdürmeye cesaret edemezdik.

Ek Bilgi:

Alıntılar için bknz. Annem, Diaz, Jorge Fernandez, Çev: İdil Dündar, Bilgi, Mart 2022, sırasıyla syf.146, 111.

*Aslında bu ruh halini en güzel anlatan şey Jorge’nin babası Marcial’in ve tabii ailenin diline pelesenk olmuş bir şarkı. Dizeleri şöyle: “Dört kişiydiler, bizse sekiz. Ne biçim sopa attık, ne biçim sopa attık… Ama az da dayak yemedik. Ben en irileriydim ya, en sıskayı yakaladım. Elimden almazlarsa, elimden almazlarsa…gözümü oyacak.” (age,syf.179)

** Jonah Lehrer, Proust Bir Sinirbilimciydi adlı eserinde şöyle der: “Bu kitabın anlatmak istediği sanat ve bilimden yapılmış olduğumuzdur. Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmışız biz, ama aynı zamanda yalnızca maddeyiz…Tıpkı bir sanat eseri gibi malzemelerimizin toplamından daha fazlasıyız. Bilim, gizemi belli bir çerçeve içine oturtmak için sanata ihtiyaç duyar, ama her şeyin gizemli kalmaması için sanatın da bilime ihtiyacı vardır. Bu iki gerçeklik de tek başına çözüm olamaz, zira bizim gerçekliğimiz çoğul olarak var olur.” (Ayrıntı, 2020,1.basım, Giriş bölümü, syf.14)

edebiyathaber.net (15 Ağustos 2022)

Yorum yapın