Ne dersek diyelim, yazılı toplum olmanın bir özelliği de bireyin varoluşunu kanıtlamaktır. Yani, sürekli iki arada bir derede olma halini anlatan insanın yeryüzü konukluğundaki sürüklenişleri bir zaman sonra bu döngünün sorgusunu getirir.
Soran/sorgulayan bireyi var eden toplumun tümüyle sıradanlıktan vazgeçtiğini söyleyebilir miyiz? Eğer öyle olsaydı, yeryüzü cennete dönüşürdü!
Ne dersek diyelim, azda kalanın macerası toplumları aydınlatır, ışık oradan yansır, birikim ise çoğunluğunun yaşamla cebelleşmesiyle renkten renge bürünür. Yani bir yanımız sürekli göçebe/ilkel iken, diğer yanımız yerleşik/ışıltılı.
İnsan yaşadıklarıyla değil, yazdıklarıyla kendini kanıtlar, dahası geleceğe taşır. O nedenledir ki yazılı toplumların belleği çağdan çağa erişen zaman göstergeleridir.
Yeryüzü konukluğunuzun süremi eni konu bilinendir. Yaşadıkça iz bırakabilmek için düşünce yordamı kadar eylemlilik hallerinin de yaratıcı olması gerekir.
Nasıl ki aptallar sürekli hayatı zorlaştırmayı ilke edinmişse; bu soy yaratıcılar da kolaylaştırıcı eylemin peşindedirler gece gündüz demeden, kış kıyamet dinlemeden.
İşte o nedenledir ki; yaratıcı bireyi var eden toplumlar geleceği şimdi kurmanın derdindedirler.
Savaş ve yıkıcılık çağına gireli beri insanoğlu bunun mücadelesini vermektedir. Yani aydınlıkla karanlığın savaşımı sürmekte.
Yazı, yazınsal uğraş, edebiyat işte bu bağlamda sürekli uyarıcı olmuştur.
Zaman zaman şu sorularla karşılaşırız:
- Edebiyat ne işe yarar?
- Yazmak neden gerekli?
Hayatınızı kolaylaştırır, yaşama renginizi çoğaltır gibisinden yanıtların sizi kesmeyeceğini; hatta bunlara itirazlarınız olabileceğini düşünerek şunu söylemeyi yeğlerim: Size, içinize ayna tutar; bir o kadar da arınma yolculuğuna çıkarır.
Kuşkusuz bunun bir yanı taşıyıcı bilgi, diğer yanı da görme/bakma yordamınızla algınızın açıklığına dönük bir eylemi içerir.
Okuru olmadan yazı yoluna çıkmanız çok da mümkün değil. Yani edebiyat sizi okur kılar.
D.H. Lawrence’ın kahramanlarından biri şunu diyordu: “Kitabımı bir bakıma kendi fikrimi kendime kanıtlamak için yazdım.”
Evet, okumak kadar yazmak da bir bakıma insanın kendini kendine baktırır. Eğer oradan yola çıkarsanız başka seslere, başka yerlere mutlaka varırsınız.
Bunu da insanın kendi olmak yolculuğu olarak nitelendirmek isterim.
Unutmayalım ki sözcükler bizi dönüştürür.
Raymond Roussel’in “Locus Solus” anlatısında yol alırken sıklıkla karşımıza çıkan o imgelem dünyasının bize taşıdığı gerçeklikte şu vardır: İnsan, her şeydir; eğer ki algınızı yaşama zamanlarınızın içinden bilgiyle/bilinçle geçirmişseniz, birey olarak varolma serüveniniz sanrılı da olsa, her nefesteki deneyiminiz anlamlıdır ve sizi siz olma yolculuklarına taşır.
Doğrusu Michel Foucault’nun Roussel’in bu anlatısı üzerine yazdığı kült kitabı “Ölüm ve Labirent”te bize gösterdiği de biraz yazının/yazmak eyleminin içerdiği anlamları kuran yazarın ne’liğine dairdir.
Kendi payıma yazı’yı/yazmak eylemini her dem kendi zamanımdan, yaşadığım çağın gerçekliğinden geçerek kurduğum için; bu arınma yolcuğunu da hiçbir zaman “kişisel” almamışımdır. Çünkü oraya yansıyan “ben” insanın yeryüzü konukluğundaki aynaya sureti düşen “insan”dır. Ondan vazgeçerek yazamazsınız. Kurgu da olsa, deneysellikler de içerse her anlatıda bir düşünce kadar “insan” da vardır bakışı/düşünüşü/gerçekliğiyle. Sizin imgeleminizin aurası da işte onun varoluşundadır bir bakıma.
Yazarken de bir başınıza değilsinizdir, yaşarken de.
Bir düşünün Salinger’in o yaman ısrarını. Hani şu yayıncılara kök söktüren inadını, kahramanı Holden Caulfield’ın hiçbir şeyinden asla vazgeçmediğini…
Bilin ki bu ne bir kibirdi, ne de çokbilmişlik.
Çünkü o, varlığını/ruhunu/tüm benliğini koyarak yazmaya adamıştı kendini. Oradaki “ben” kendisi olduğu kadar yaşadığı çağın da ruhuydu.
Yazıda arınma yolu/yordamı biraz da böyle kurulur. Dönün bakın “iyi yazar”lara, onların anlatılarına, siz de bunu göze alıp alamayacağınızı görün…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (29 Mayıs 2018)