Ali Akay, “Queer Tahayyül” kitabının önsözünde bir “tuhaf” hikȃyeden bahseder. Anlatılan Adélaïde Herculine Barbin’in öyküsüdür. Ve şöyledir; Chesnet adlı psikiyatrın raporuna göre, St-Jean D’ Angely’de 8 Kasım 1838’de ayakkabıcılık mesleğinden bir baba ve B. adlı bir kadından doğan medeni hali “kız” olarak ilan edilen Adélaïde Herculine Barbin, bir manastırda yetiştirilmiş ve 22 yıl boyunca genç “kızların” kaldığı bir pansiyonda büyümüştür. Günün birinde sol kasığındaki ağrılardan şikȃyet edince, doktora götürülmüş ve orada cinsel organının incelenmesi sonucunda büyük bir sürprizle karşılaşılmıştır. Bir metre elli dokuz santimlik boyuyla Adélaïde esmerdir, yüzü erkek de kadın da olabilecek bir yapıdadır. Sesi kadın gibidir ama bazen de öksürünce değişmekte ve kalınlaşmaktadır. Yanaklarında hafif bir tüylenme belirmektedir. Göğsü erkek göğsüdür, yassıdır. Beli ve kalçaları erkek görünümündedir.
Psikiyatri raporlarına göre; medeni hukuka ait olarak ele alındığında, Adélaïde “korkunç bir hatanın” kurbanıdır ve bu yaşına kadar yanlış bir cinsiyetle yaşamıştır. Bu genç insan, mahkemenin yargısıyla yeni kimliğine girmek zorundadır. Sonuçta erkek ilan edilir, Adélaïde ve ismi Abel olarak değiştirilir. Bu durumun hata olarak kabul edilmesinin sebebi, öykünün de önemli olmasını sağlayan durumdur aslında, çünkü bunun hata olarak görülme sebebi kimlik üzerine oturtulmaya yeni başlanan bir ulus devlet politikasıdır. Foucault’nun arşiv çalışmalarından bilinen bu öykü bize birçok şey anlatır. Adélaïde medeni hukuka göre “hata” kurbanıdır. Kadın kimliğinde erkek olarak yaşamıştır ancak oysa o ikisi de değildir. O bir Hermafrodittir. Ancak medeni hukuk oluşturulmaya çalışılan ulus devlet politikaları ve genel ahlaksal kategoriler onu kendi dışında bir bedensel varlığa hapsetme çabasına girişmişlerdir. Çünkü öznelerin her anlamda kategorizasyonu, insan varlığının her anlamda kurgu ve inşası bu dönemin politikalarının ve bilimsel uygulamalarının en önemli özelliğidir. Oysa yine Foucault’nun belirttiği gibi; bedenimizi bırakamayız, başımızı alıp gitmek istesek gidemeyiz. Çünkü bedenimiz ütopyanın aksidir, vardır ve tıbbi uygulamaların, kategorize etmelerin ve genel ahlakın dayatmaları dışında onun her türlü yönelimi öznelerin kendi varlığı ile ilgilidir.
Bütün bunlardan bahsetme sebebimiz ise yazının asıl konusu olan bir şair. Arkadaş Zekai Özger olarak tanıdık onu, Arkadaş ismini kendisi almıştı belki de ömür boyu arkadaşımız kalacağını bilerek. 1948’de Bursa’da doğan şair, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun olarak TRT’de program yapımcısı olarak çalışır. Özger şiirlerinde ölüm ve cinsellik konularına ağırlık verir. Bu şiirlerinde, eşcinsel kimliğinin izlerini de yansıtır. Özger’in Ankara yılları, öğrenci hareketlerinin yoğun olarak yaşandığı günlerdir. 1970 öncesinde okulunun polislerce basıldığı bir gün, çıkan olaylarda başına ağır darbeler alır. Aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 1973’te sokakta ölü bulunur. Beyin kanamasından öldüğü belirlenir. Arkadaşları, ölümünü okulun basılması sırasında başına aldığı ağır darbelere bağlarlar.
Türkiye şiirinin bu “farklı” sesinin en büyük hayali şiirlerinin; “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” adı ile yayımlanmasıdır. Bu yıl içerisinde Ve Yayınevi, şairin vasiyeti niteliğindeki hayalini, onun istediği gibi “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” adı ile bastı.
Yazarların ya da şairlerin yazdıklarını onların yaşamsal edimlerinin dışında değerlendiremeyiz. Her yazar bir şekilde yaşamının, yönelimlerinin kendisine verdiği, sıkıntıyı, varoluş çabasını eserlerine yansıtır. Özger şiirlerine bu gözle baktığımızda onun eşcinsel kimliğinin ve o nedenle yaşadığı sorunların yansımasını hissederiz.
Yeliz Kızılarslan: “68’in yalnız oğlanı” olarak tanımlarken Özger’i “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası” şiiri ile beraber “ifşa olan” eşcinselliğinin onu yalnızlaştırdığına değinir. Ve bu doğru bir tespittir. Bu gün hȃlȃ bazı sol partilerde dȃhil siyasi oluşumların bir “hastalık” kategorisine indirgediği ya da eşcinsellik ile ilgili “marjinallik” açıklamalarının yapıldığı düşünülürse, bu durum çok da sürpriz değildir. Bu anlamda Özger şiiri sadece edebȋ anlamda değil, siyasi anlamda da kategorize edilmenin, yalnızlaştırmanın izlerini taşır.
“Charles Chaplin bir savaşta yitirdim sakalımı, çıkmazlığın grev sesi umutlarımı vururken yendirdim bıyıklarımı, papağan kuşkulara biraz elma şekeriyle kazıdım sakalımı, lohusa şerbetiyle kazıdım sakalımı, yanaklarım paprika lahmacun ister misiniz? Al işte sana böyle yüze böyle güz demeyin, deseniz de sakal yok ya ucunda bu güz vermedi tarla seneye bıyık kerim, ben ettim siz etmeyin sakal veririm size iğne iplik elimde bıyık dikerim size yanaklarım taşlı tarla kurabiye yer misiniz?”
Özger, manifesto niteliğindeki şiirinin bu dizelerini, naif ve güleç bir yüzle kendisini “öteki” bir kimliğe hapseden arkadaşlarına yöneltir. “Sakal” ve “bıyık” kültürel erkekliğin en önemli simgelerindendir. Oysa o sakalsız bir oğlandır kendi deyimiyle ve ona yaşatılanın öyküsünü anlatır bir tragedya ile çünkü tragedya insanın kendi gerçekliğini ve anlamını en dolaysız şekilde sunabildiği bir tür olarak da adlandırılır birçok düşünür tarafından.
“Sayın bayan dursanıza gözünüze kuş kaçmış bu bıyık hiç gitmemiş sesinizin rengine sakalınız uzamış inmiş ta belinize atkuyruğu yapınız ya da örgüleyiniz kedinizin bıyığını usturayla kesiniz yanaklarım bileytaşı ispirto sever misiniz? Yoksul ve utangaç bir müşteriyim ben sizde güneş bulunur mu? Biraz kaktüs alıcam saksılarım yeşersin üç beş bulut verin de çok üşüdü güneşten şizofreni olucak çabuk olun lütfen dikenleri solucak yanaklarım gobi çölü soğuk su içer misiniz?”
Özger’in şiiri yalnızca kültürel erkeklik ile değil kadınlık ile de ilgilidir. Kurulmuş ya da oluşturulmuş cinsiyet rollerinin yüklediği her türlü sorumlulukla ironik bir şekilde, dalgacı bir üslupla, eğlenir şair. Çünkü bildiği bir şey vardır kadının ya da erkeğin nasıl olması gerektiğine birileri tarafından karar verilmiştir. Kadın çiçek yetiştirir erkek sakal-bıyık bırakır, kadın için ise tam tersidir onun bıyıksızlığı makbuldür. Biçimsel anlamlar yüklenmiştir hem kadına hem erkeğe ve bu anlamların dışında bir varlık gösterince de dışlanmıştır var olduğu her ortamdan hȃttȃ müdahale görmüştür kendi bedenine dair.
Hermafrodit Adélaïde’ın öyküsünde anlatılan gibidir durum, cinsel olarak iki kategori var edilmiştir kadınlık-erkeklik ve nasıl davranılması gerektiği de öğretilmiştir, üst kurumlar tarafından. Oysa “her sabah aynanın dayattığı o kaçınılmaz imgedir” bedenimiz ve her türlü farklılığımızla, o kurumsal dayatmaların genel ahlakın dışında bizim varlığımızdır. Farklılığın hep olumsuz anlamlar barındırdığı coğrafyamız içinde her gün bir trans cinayetine uyanıyorsak, Zekai Özger’e kulak verelim şimdi; “her gün gövdemde büyüyen hüznümle, kimselerden habersiz eskiyen yüreğimin dinlemiyorlar şarkısını” Sahi kendimiz gibi değil diye dışladığımız, yaşam hakkını elinden aldığımız, yüreklerden gelen o şarkıları ne zaman duyacağız?
Kaynaklar
Akay, A. (2013), Queer Tahayyül, s. 9-15, (Der. Sibel Yardımcı – Özlem Güçlü), İstanbul: Sel Yayıncılık.
Foucault, M. (1966), “Ütopik Beden”, Teorik Bakış 3. Sayı, (Der, Sibel Yardımcı, Sanem Güvenç Salgırlı), (Çev. Sibel Yardımcı), İstanbul: Sel Yayıncılık.
Kızılarslan, Y. (2010), “Arkadaş Z. Özger Şiirinde Erkeklik ve Homofobi Eleştirisi”, Anti-Homofobi Kitabı, Ankara: Kaos GL Derneği.
Emek Erez – edebiyathaber.net (5 Aralık 2014)