Arlin Çiçekçi: “Gün yüzü gören yara daha çabuk iyileşiyor.”

Ekim 28, 2021

Arlin Çiçekçi: “Gün yüzü gören yara daha çabuk iyileşiyor.”

Söyleşi: Okan Çil

Arlin Çiçekçi’nin kaleme aldığı Beşerbazın Mârifeti geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Holden Kitap etiketine sahip olan roman, bir aile hikâyesiyle başlayıp İstanbul-Fas arasında geçen, içinde Yeryüzü Bilenleri’nin, İdari İşler Yönetimi’nin, Van Gogh’un Sarı Ev’inin ve Yer Deniz Gök Bakır’ın bulunduğu fantastik bir maceraya dönüşüyor. Beşerbazı Mârifeti, Çiçekçi’nin ilk kitabı.

Biz de bu vesileyle Arlin Çiçekçi’yle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

“MERAK ETTİKÇE YAZDIM, YAZDIKÇA DAHA DA MERAK ETTİM.”

Kitabın yazım süreciyle başlamak istiyorum. Beşerbazın Marifeti nasıl ortaya çıktı. Kitabın yazım sürecine dair bizimle paylaşmak istediğiniz ayrıntılar var mı?

Aslında bir roman yazmak niyetiyle çıkmamıştım yola, amacım kısa bir hikâye yazmaktı. Yazmaya, cevabının herhangi bir ansiklopedide yer almadığı ve aklıma düşen bir soru sorarak başladım. Soru şuydu: “Van Gogh’un Sarı Ev tablosundaki evi sarıya boyayan boyacı kim?” Van Gogh, doğal olarak milyarlarca insan tarafından biliniyor ve takdir ediliyor ama onun evini boyayan ustayı kimse tanımıyor. Onu tarih yazmamış, ismi kayda geçmemiş, önemsenmemiş ya da zaten hiç var olmamış öyle birisi. İşte o ustaya bir hikâye yazmak istedim ben. Yazdığım birkaç sayfalık bu hikâyeyi o dönem yazı atölyesinde yer aldığım Mario Levi ile paylaştım. Mario Hoca, “Bu hikâyenin devamı var bence. Sen bir romana başlamışsın,” dedi. Onun yüreklendirmesi ile ve devamını gerçekten merak ettiğimden yazmaya devam ettim. Merak ettikçe yazdım, yazdıkça daha da merak ettim. Yazma süreci boyunca, yazan ben değilmişim gibi “Yok artık bu karakter nereden çıktı?” dediğim, şaşırdığım, güldüğüm, üzüldüğüm zamanlar oldu. Genelde yazı yazmaya yeni başlayanlara, ana çatıyı kurgulamaları ve olay örgüsünün kabaca nereye varacağını bilmeleri gerektiği söylenir ama ben, belki de biraz acemilikle, “kervanı yolda düzdüm” diyebilirim. Makbul ve tavsiye edilen bir yazım tekniği olmasa da benim için çok keyifli, zihin açıcı, keşif dolu bir süreçti. Sonuçta bunca ustanın arasında edebiyatın benim romanıma ihtiyacı yoktu ama benim yazmaya varmış.

İstanbul’dan Fas’a uzanan bir macerayı konu edinen Beşerbazın Marifeti’ndeki sırlar, aile ilişkileriyle sarmalanmış durumda. Annesi Betül’ün peşine, aslında onun yarım kalan hikâyesinin peşine Marakeş’e giden Atlas, ilerleyen sayfalarda hem ailesiyle hem de kendisiyle ilgili bir dizi tılsımın farkına varıyor… Annelerle çocukların hikâyeleri hep paralel mi ilerler sizce? Diğer bir değişle; aile kader midir?

Aile, çoğumuzun en hassas, en kırılgan noktası sanırım. Çoğu sınavımızı da aileden gördüklerimiz, görmediklerimiz ya da görüp de kaybettiklerimiz üzerinden veriyoruz. Ömür, biraz da o boşlukları doldurma veya fazlalıklardan kurtulma çabasının toplamı belki de. En ideal, en steril aileler bile bir yerlerde ya eksik ya da fazla kalıyor. Atlas da mantığıyla, aklıyla olan sınavını bu yöndeki eksikliğinden veriyor. Dua kabul ettiği Şah Hatayi’nin dizeleri de biraz bunu anlatıyor: “Eksiklik Kendi Özümde.” Bir bakıma geleceğimizin inşası geçmişteki eksiklerimiz ya da eksikliğini hissettiklerimizin üzerine kuruluyor. Ben de yazma sürecinde farkında olmadığım veya üzerini örtmeye çalıştığım eksikliklerimi gün yüzüne çıkarmış oldum, benim açımdan bu anlamda iyileştirici oldu diyebilirim. Gün yüzü gören yara daha çabuk iyileşiyor.

“BİRİLERİ ACI ÇEKERKEN BİR BAŞKASINA MUTLULUK YOK.”

Atlas kendisine verilen zor görev uyarınca yeryüzü ve gökyüzünü zalimlerin elinden kurtarmaya çabalıyor. İdari İşler Yönetimi’nin tahakkümüne karşı, Yeryüzü Bilenleri’nin yardımıyla, sevdiklerinin özlemi ve desteğiyle güç bularak hareket ediyor ve işin sırrının “acı” olduğunu, acının paylaşılması gerektiğini fark ediyor. Acı toplumsallaştıkça direniş, bireyselleştikçe yalnızlaşma yaratır diyebilir miyiz peki?

Diyebiliriz aslında, çok da güzel özet oldu. “Birleşik kaplar” teorisi vardır hani, çoğumuzun ortaokul müfredatından hatırladığı; birleşik ve aynı basınç altındaki kapların doluluk seviyesi aynıdır. Ben tüm dünyayı bu teoriye tabi görüyorum. Birileri bir yerde acı çekerken bir başkasına mutluluk yok. Modern insanın iç sıkıntısı aslında uzaklarda bir yerde bir çocuğun, bir annenin, bir işçinin çektiği sancı. Bilmiyoruz, görmüyoruz, duymuyoruz, önemsemiyoruz ama günün sonunda vicdanımız rahat değil, gece uyuyamıyoruz, en neşeli ortamlarda bir hüzün çöküyor. Çünkü kabımız, o tanımadığımız çocukla, o işçiyle bir. Kaplar birleşik. Bir kişi bile dardaysa kimseye huzur yok. En azından ben böyle düşünerek, buna inanarak yazdım. Başkasının acısını paylaşabilmek için özel bir çabaya gerek de yok aslında, doğamız böyle zaten. Birleşik kaplardayız. Bir kapta su doluyken diğerinin boş olması doğaya fiziğe, kimyaya aykırı. İnkâr etmesek, başkalarının acısına, isyanına kulak tıkamasak yeterli.

Betül’ün, Frederic Beauchamp’la tanışmasına ve adına “Yeryüzü Bilenleri” denen gizemli bir topluluğa dahil olmasına sebep olan şey Van Gogh’un Sarı Ev adlı eseridir. Betül tabloya bakınca, “Van Gogh ustamızın eseri iyi güzel de, bir de bu tablodaki evi sarıya boyayan bir boyacı var. Peki o usta kim acaba?” diye mırıldanır. Bu fikirle romana bakarsak; Beşerbazın Marifeti’nin duvarları üzerine neler söylemek istersiniz? Yeryüzünün duvarları ile gökyüzününkiler arasında ne farklar var? Hadi biraz daha ileri gidip işe aklımızdaki duvarları da katalım.

Dediğim gibi tüm romanı başlatan soruydu aslında bu. Beşerbazın Marifeti’nde duvar örmedim pek. Mekânlar geçişken, zamanlar geçişken, kişilerin yüzleri bile belli belirsiz. Kapak tasarımını yapan Ömer Faruk Yıldız kitabı okuduğunda, “Kimsenin yüzünü tarif etmemişsin romanda, sanırım önemsemiyorsun,” demişti. Belki bir roman için çok makbul değildir bu kadar tasvirsizlik ama ben bu yorumu iltifat kabul ettim, çok hoşuma gitti. Sınır koymamışım, duvar örmemişim, bu adamı, bu kadını, bu mekânı böyle görün, aklınızda şunlar canlasın diye sınırlamamışım diye düşündüm. O yüzden bu soruya, “Beşerbazın Marifeti’nin duvarı yok,” diye cevap verebilirim. Sonlara doğru Atlas’ın tosladığı duvar hariç tabii.

“Birinin ızdırabı, bir başkasına seyirlik olur. Bu riyakâr alışverişin en güzel icralarına da sanat denir,” diyor 164 yaşındaki Frederic Beauchamp, Betül’e yazdığı mektupta. Sanat ve ızdırap ilişkisi, başta sanatçıyla eseri, devamında eserle sanatsever arasında kurulurken ızdırabın form değiştirdiğini, ete kemiğe büründüğünü, şeyleştiğini görüyoruz. Sizce yazar-kitap-okur ilişkisi de böyle midir?

Kesinlikle. Yine güzel özetlediniz. Birileri ya kendi acısını ya da başkasının acısını alıyor besteye dönüştürüyor, resmediyor, yazıyor bir başkası okuyor, dinliyor, seyrediyor… Kimi zaman dertleniyor, kimi zaman gülüyor, kimi zaman evinin en görünür köşesine asıp gururla sergiliyor. Sanat, bazı durumlarda acı nakliyatı yapan bir şirket işlevinde. Afrika’da burnuna sinek konmuş sıtmalı bir çocuğun fotoğrafını çeken bir sanatçı bu fotoğraf ile ödüller alıp ihtişamlı partilere davet edilebiliyor. Veya çektiğiniz aşk acısı bir süre sonra bu acıyla yaptığınız besteyi “En çok dinlenenler” listesine taşıyıp ün ve para getirebiliyor. Niyet burda sanatı “acı” kutusuna sıkıştırmak değil tabii ama “Birinin ızdırabı, bir başkasına seyirlik olur. Bu riyakâr alışverişin en güzel icralarına da sanat denir,” derken bu tür düşüncelerdi aklımdaki.

“İKİNCİ ROMANDA KADINSI SESİMİ DAHA GÜR ÇIKARABİLDİM.”

Kitapta Yaşar Kemal’in Yer Demir Gök Bakır adlı romanı sıkça anılıyor. Hatta bir yerde, “Her zanaat, kalfasıyla Yaşar, ustasıyla Kemal olur,” diye geçiyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz. Neden özellikle Yaşar Kemal ve neden özellikle bu roman?

Orta okulda falandım sanırım, üç beş kitap okuyup, kitap yazmaya heveslendiğimde abim, “Önce iyi okur ol sonra yazarsın,” demişti. O zaman, şevkimi kırdığı için kızmıştım içten içe ama ne demek istediğini sonra anladım. Önce onun kitaplığındakilerle, sonra kendi keşfettiklerimle okumaya devam ettim. Okudukça da şevkim hepten kırıldı. “Bu ustalar varken bana yazmak düşmez,” diye düşündüm. Yaşar Kemal edebiyatı ile tanıştığımda ise başka bir şey oldu. İlham veren bir ustalık seviyesi. Yazma iştahı veren bir dil kabiliyeti… Yaşar Kemal, bu sanatın, en azından benim bildiklerim ve okuduklarım arasında ve bana göre en büyük ustası. İnsanlığı, insanı tanıma gayreti, direnişi, gören gözü, duruşu, dili, başlı başına bir ilham kaynağı. O yüzden ilk romanımda sanatın en büyük ustasına çaylak selamı göndermeden edemedim. Kendimce bir saygı duruşu, bu sanata heves etmiş biri olarak, bir nevi ustadan icazet alma teşebbüsü. Bir de tabii kitabın sonunda ortaya çıktığı üzere Yer Demir Gök Bakır’ın özündeki derde duyduğum yakınlık.

Sevdiğiniz/önerdiğiniz yerli-yabancı fantastik kitapları bizimle paylaşır mısınız? Arlin Çiçekçi son zamanlarda neler okuyor?

Fantastiklerde ilk göz ağrım H.G Wells’in Görünmez Adam’ı bu aralar dönüp tekrar okumak istiyorum. Yerli olarak da haylaz fantazyasını çok sevdiğim Alper Canıgüz ve İhsan Oktay Anar’ın tüm kitapları diyebilirim. Son zamanlarda eskiden okuduğum bazı kitapları tekrar okumaya çalışıyorum: Latife Tekin’den Berci Kristin Çöp Masalları, Selim İleri’den Kapalı İktisat. Yeni olarak da Ben Lerner’in Topeka Okulu’na başladım.

Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?

İkinci roman bitmek üzere. Genç bir kadının, kadın bir evliya ile kurduğu bağ sayesinde dönüşümünü anlatıyor. Yine Beşerbazın Marifeti’nde olduğu gibi fantastik gibi gözükse de gerçekçi zemine oturan bir hikâye. Sanırım Beşerbazın Marifeti’nin yeri bende hep ayrı olacak ama ikinci romanda kadınsı sesimi daha gür çıkarabildiğim için onunla bağım da çok kuvvetli oldu.

edebiyathaber.net (28 Ekim 2021)

Yorum yapın