Söyleşi: Can Öktemer
Armağan Ekici’yi esas olarak çevirmen kimliğiyle tanıyoruz. Kendisi geçtiğimiz yıllarda James Joyce’un kült eseri Ulysses çevirisini üstlenmişti. Ekici, Joyce çevirisi haricinde Raymond Queneau’nun Biçem Alıştırmaları ve Lewis Carrol’un Alice’in Harikalar Diyarındaki Maceraları kitaplarının da çevirisini yapmıştı. Armağan Ekici uzun bir süredir finans sektöründe çalışıyor. Ekici, uzun yıllardır çeşitli mecralarda müzik, sanat, edebiyat, çeviri ve bilim üzerine denemeler yazmakta. Bu denemeler geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından bir araya getirilerek “Lacivert Taşından Tabletler” ismiyle neşredildi. “Lacivert Taşından Tabletler” 2016 yılında deneme dalında Cevdet Kudret Ödülünü kazanmıştı. Armağan Ekici, arayı fazla açmadan geçtiğimiz günlerde yeni bir deneme kitabı Umut, Kendi Enkazından’la okuyucu karşısına çıktı. Ekici’nin son kitabında, ev kavramını, çok kültürlülüğü, şiiri, müziği ve bir çok farklı kavramı yine meraklı bir şekilde ele alıyor; keskin yargılardan kaçınıyor. Soruyor, net cevap almak yerine başka soruların kapılarını aralıyor… Kendisiyle son kitabı üzerine konuştuk.
– Bundan birkaç sene önce,Cevdet Kudret Ödülü’de kazanan Lacivert Taşından Tabletler isimli deneme kitabınız yayımlanmıştı. Geçtiğimiz aylarda ise yeni deneme kitabınız Umut, Kendi Enkazından yayımlandı. Bize yeni kitabınızın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
İlk kitabın derlenmesinden sonraki üç yıl içinde dergiler, internet siteleri için yazdığım yazılardan edebiyat konulu olanlarını gözden geçirdim, aralarından bir seçme yaptım, konularına, bahsettikleri yazarlara göre kronolojik olarak sıraladım,sonra hepsini tekrar bir elden geçirdim. Böylece, son yıllarda beni uğraştıran edebiyat konularının bana bıraktırdığı iz derlenmiş oldu.
-Deneme türü, sizin yazın hayatınızda önemli bir yer tutmakta. Son kitabınızda da bu konuyu derinlemesine irdeliyorsunuz. Denemenin sizin hayatınızdaki yeri nedir? Ya da sizi deneme yazmaya iten dürtü neydi?
En başından beri (az sayıda istisna dışında) deneme okumayı kurgu okumaktan daha çok sevmem, “yazmak istediğim” türün bu olmasında etkili olmuş olmalı. Hâlâ da kendimde bir kurgu yazarlığı, şiirin teknik özellikleriyle uğraşmayı onca sevmeme rağmen bir şairlik eğilimi görmüyorum. Deneme formu, merakı, şüpheyi paylaşmanın, hayatın karşımıza çıkardığı beklenen ya da beklenmeyen paralellikler ya da kontrastlar üzerine beraberce düşünmenin güzel bir yolu bence.
-“Deneme sanatı üzerine” isimli makalenizde, denemenin bir yargıdan çok, bilgi akışını sağlaması ve yeni sorular sordurabilmesi üzerine eğiliyorsunuz. Günümüzde başta sosyal medya olmak üzere, bilgi akışı sağlamak yerine kesin yargılarda bulunulduğu (çoğu zaman kavga halinde) ve düşüncenin kendisi yerine haklı olmanın öne çıktığını görüyoruz. Bu bağlamda siz bu konu hakkında ne demek istersiniz?
Haklılığın şehvetine kapılmak, başkalarının yanlışlarını göstermek üzerinden bir kimlik kurmak, dinleyici kazanmak çok kolay bir yöntem, önemli bir psikolojik cazibe alanı da yaratıyor, insanları çekiyor. Oysa hayatın gerçeği bize tekrar tekrar düşündüğümüz kadar haklı olmadığımızı, yaptığımız her şeyin, haklı olduğumuzdan yüzde yüz emin olduğumuz şeylerin bile bir açıya,bir perspektife göre yanlış ya da boşuna olduğunu, hayatımızın deneme-yanılma ile geçtiğini,bunun da büyük çoğunluğunun yanılma olduğunu gösteriyor. Benim kendi tecrübelerimle gördüğüm şu: Kendini aşırı haklılık, dürüstlük iddialarıyla sunanlar genellikle (bilerek ya da bilmeyerek) kendilerini ve etraflarını kandırıyorlardır, bunlara inananları da er geç hayal kırıklığı bekler. Bir şeyin daha doğrusunu bildiğimizi ya da yapabildiğimizi düşünüyorsak, bence en iyisi, kendi haklılığımızdan ve başkalarının haksızlığından bahsetmek yerine, o iyi yaptığımız şey neyse onu elimizden geldiğince iyi yapmaya çalışmak, sahiden daha iyi yapıp yapmadığımızın yargısını üçüncü kişilere bırakmak. Yanlış yaptığımızı söyleyenleri dikkatle dinleyip, anlayıp, en azından başkasının bizde neyi yanlış gördüğünü iyi bilerek, bunu hesaba katarak, davranışımızı değiştireceksek değiştirmek, değiştirmeyeceksek de karşılıklı olarak neler düşündüğümüzü bilerek, onun yanlışında ve kendi doğrumuzda diretmeyi seçmek. “Sizler hatalısınız, cahilsiniz, delisiniz, riyakârsınız…”ı ve çeşitlemelerini tekrarlamanın bence kimseye bir faydası olmuyor, bizimle benzer hislerde olanlar bunları duymayı seviyor tamam da, karşı taraftaki hiç kimse böyle sözleri dinleyerek davranışını değiştirmiyor.
-Kitaba ismini veren, Umut, Kendi Enkazından, genç yaşta ölen şairler üzerine bir deneme. 27 yaş ve genç ölümler rock tarihinde de sıklıkla bildiğimiz bir durum. Genç ölülerin bize bıraktığı miras nedir? Siz ne demek söylemek istersiniz bu konuda?
Genç ölülerin hayatı tadını çıkararak yaşayabilecekken yaşayamamış olmaları, hele yaratıcı olanların daha pek çok eser verebilecekken verememiş olmaları bana çok dokunuyor.
-Umut, Kendi Enkazından’da Odysseia hikayesi ve İthaki önemli bir yer tutuyor gibi. Odysseia’da sizi cezbeden nedir? Bununla beraber, Odysseia, bir eve dönüş hikayesi malumunuz. Bugün, küreselleşme, zorunlu göçler sebebiyle bir köksüzlük, yersiz yurtsuzluk hali sebebiyle ev kavramanın anlamı ciddi manada değişmiş durumda. Evi, dört tarafı çevrili bir olgu olarak görmemek lazım, tabii. Siz ev kavramını nasıl tarif edersiniz? Bu bağlamda sizin İthaki’niz nedir?
Hayatımı değiştiren kitaplardan biri, Milliyet Yayınları’nın küçük, mavi ciltli çocuk kitapları arasından çıkmış Çocuklara Binbir Soru Binbir Cevap adlı bir popüler bilim kitabıydı (sonradan bunun bir Sovyet çocuk kitabı olduğunu öğrendim). Bu kitaptaki hiyerogliflerin çözülmesini, kitap ve yazı sanatının gelişimini anlatan bir bölümde, tekrar tekrar, “okunması gereken ilk kitaplar”, “kitabın arketipi” oldukları imasıyla Odysseia ve İlyada’dan bahsediliyordu, o zaman bunları okumak gerektiği hissine kapılmıştım. Şansa bakın ki tam da o yıllarda Sander yayınları bu iki kitabın Azra Erhat-A. Kadir çevirilerini güzel kapaklarla basmıştı. İlyada’dan hiç birşey anlamamıştım o zaman tabii ama Odysseia, hem hikâyesinin tam bir masal olmasıyla, hem de bu hikâyeyi Azra Erhat’ın okuyucuyu konunun her dalına ilgisini çeken nefis sunumuyla beni çocuk yaşta bile yakalamayı başarmıştı. Çocukken okuyup sevdiğimiz birçok şey büyüyünce çok hafif gelir tabii, ama Odysseia tersine öyle bir öykü ki, hayatın her aşamasında insanı düşündürmeye,hayatı zenginleştirmeye devam ediyor. En azından Joyce bağlantısı yüzünden on yıllarca bu kitapla uğraşmaya devam ettim. Kitabın çok boyutluluğu tükenmiyor, örneğin günümüzün kadın mücadelesi açısından hem Margaret Atwood’un olayı kadınların gözünden anlatarak yazdığı Penelopiad varyasyonu, hem de Emily Wilson’ın yeni İngilizce çevirisi çok ilginç.
Herhalde yaşın etkisiyle, kritik birkaç çocukluk yılımın geçtiği Ege coğrafyası, iklimi, evleri beni giderek daha çok çekmeye, benim için gerçek ev arketipi olmaya başladı, kitapta da anlatıyorum bunu. Ama bizim türümüzün asıl evi kütüphanedir.
-1990’lı yılların başında ulus devlet tahayyülünün zayıflamasıyla birlikte kimliğin sabit bir şey olmadığı tam aksine kimlik meselesinde akışkan bir durum olduğuna dair bir tartışma söz konusuydu. Siz, kitapta “Kazancakis, Girit, “Rum”luk” isimli metninizde, Türkiye ve Yunanistan arasındaki kültürel kimlik aktarımının nasıl karşılıklı olduğunu irdeliyorsunuz. Bu kültürel alışverişi Kazancakis üzerinden okuyunca ortaya nasıl bir durum çıkıyor? Kimlik meselesi her daim bir ötekileştirme aracı ve tartışma meselesi olmuştur. Bu bağlamda edebiyat, bu kimlik meselesinde önemli bir diyalog aracı olabilir mi sizce?
Ulus devletler bize herkesin bir vatandaşlık bağı olduğunu, bu bağın ima ettiği lisan, ırk, din, kültür, siyasi ideoloji bileşiminin o ulusa ait olduğu fikrini aşıladı. Bizler de bu yüzden büyük bir ciddiyetle yoğurt Türk müdür,Bulgar mıdır, Hint midir,Yunan mıdır diye tartışmayı seviyoruz, oysa atalarımız muhtemelen daha millet fikri kimsenin aklında yokken bile sütü mayalayıp yiyorlardı. Gerçek hayatta, gündelik hayatta yaşanan kimlik çok daha karmaşık, gradasyonlu, geçişken bir şey, neredeyse hiçbir şey saf değil. Zaman içinde ırklar, dinler, diller, gündelik yaşam adetleri, normlar iç içe geçiyor, birbirine karışıyor. Yunanistan’da “geleneksel Yunan” olduğundan emin olunan birçok şeyin aslında geleneksel Osmanlı adeti olduğu, bunların bazılarının (mesela kıymayı ve hamuru yoğurtla yemenin) çok büyük olasılıkla Orta Asya’dan Türkçe konuşulanlarca getirilmiş olduğu hayatın bir gerçeği. Türkiye’de de “geleneksel Türk” olduğundan emin olduğumuz birçok şeyin aslında geleneksel Osmanlı adeti olduğu, onun da geleneksel Doğu Roma kültüründen devralındığı benzer bir şekilde hayatın bir gerçeği; çünkü Orta Asya’da Türkçe konuşanlarda bu adetlerin olmadığını biliyoruz, bu adetlerin Roma döneminde varlığının ise maddi kanıtları var. Edebiyatın önemli bir lüksü, eğer yazar bunu isterse, edebiyat yoluyla hayatın her yönünü,yaşandığı gibi hayatı, tartışmaların iki tarafını, üç tarafını, kaç tarafı varsa hepsini kayda geçirebilmesi. Kazancakis gibi yazarlarda da on yıllardır tartışmayı sevdiğimiz bu konuların aynadaki yansımasını, öbür taraftan bakınca nasıl göründüğünü görüyor, bu arada aynayı tutan tarafın da bize ne kadar benzediğini farkedebiliyoruz.
-Meltem Gürle ile berber konuşmacı olduğunuz ve Ulysses ve Tutunamayanlar üzerinden modern epik kavramanı tartıştığınız hoş bir sohbet var kitapta. Siz modern epiği nasıl tarif edersiniz? Günümüzde modern epik biraz sinemanın meşgul olduğu bir alan gibi gözüküyor sanki, edebiyatta epik kavramı biraz gerilemiş olabilir mi sizce?
Hollywood bugünlerde neredeyse tek bir epik şemanın (çekirdek aile dağılır, büyük meşakkatlerle bir araya gelir, ama tehlike geçmemiştir) çeşitlemeleriyle yetinir bir hale geldi. Ama bir adım geriye çekip şu “kahramanın yolculuğu” meselesine, büyük meşakkatler atlatıp hedefe, olgunluğa, yüzüğe, otuz kuşa, belayı bulmaya, tekrar en başa, ya da artık neye varılacaksa ona varma hikâyesine bakarsak, insanlık için bu metafor şeması bence hâlâ çok güçlü. Edebiyat belki ironikleştikçe, geriye çekildikçe bu şemayı böyle göstere göstere kullananlar azalıyor olabilir (okumadım, bilmiyorum, Knausgård belki kendi epiğini yazıyor olabilir). Ama bu “epik yolculuk, epik yükseliş” metaforu kolay kolay bizi bırakmaz, sadece edebiyat değil, pek çok bilimsel teoriyi, siyasi ideolojiyi de böyle hikâyeler, böyle kurtuluş, halasa erme şemaları yaratıyor.
-“Denektaşı, bileytaşı” isimli makalenizde, küçük adacıklar kurup bir araya gelme kültürünü, ortak bir kültürel faaliyetler içinde olmanın kıymetini mekanlar ve gruplar üzerinden anlatıyorsunuz. Özellikle 80’li yıllarda Ankara’da bu durum çok önemli yerde durmaktaymış. Enis Batur, Güven Turan, Eser Gürson, Haluk Akar, Modern Kahvehane’de bir araya gelip çalışmalarda bulunurlarmış örneğin. Siz bu küçük adacıkları, bir araya gelme kültürü için ne demek istersiniz? Bugün, sosyal medyanın da küçük adacıklar inşa etme ve bir arada iş yapma kültürünü desteklediğini düşünür müsünüz? Ya daherkes sosyal medyada sürekli kavga halinde olduğu için “bu iş çok zor yonca” mı?
Sosyal medya bizim gibi düşünenlerle birbirimizi bulmamızı, birbirimize destek olmamızı, fikir alışverişinde bulunmamızı çok kolaylaştırdı. Bu nedenle bu adaları çok daha kolayca kurabiliyoruz. Öte yandan kavga etmeyi, “vay bana ha”ları, küsmeyi, birinin her düşündüğünü hiç gereği yokken bildiğimiz ve bazı düşündüklerine karşı olduğumuz için uzak durmaları, burnundan kıl aldırmamaları da çok kolaylaştırdı. Genel olarak Türkçe edebiyat, yayın dünyasına bakınca aslında birbirlerine olabildiğince destek olup, mümkün olduğunca iyi kitap, dergi çıkarmaya çalışması gereken, bunu yapmazsa ufalanıp gitme, unutulma tehlikesi içinde olan birkaç yüz insanın, bunu yapmak yerine birbirini beğenmemekle, azarlamakla vakit geçirdiğini görüyorum. Sosyal medyanın teknik özellikleri, burada yazılan şeylerin yüz yüze söylendiğini zamankine göre çok daha sert, düşmanca algılanması gibi faktörler de bu durumda pay sahibi olabilir. Bence bu duruma uyanıp teknolojinin nimetlerinden faydalanırken, bu gibi, uzun vadede hepimize zarar veren teknolojik golleri yememeyi öğrenmemiz gerekiyor, çünkü, unutmayın, birbirimizle kavga etmemiz de sosyal medyayı işletenlerin işine geliyor, kavga da reklamcıya “click” getiren bir iletişim türü.
-Ekolojik felaketler, yükselen sağ popülist siyaset ve başka türlü belirsizlikler sebebiyle dünya üzerinde genel bir umutsuzluk hali söz konusu. Nasa’nın dünyaya göktaşı çarpacak haberleri büyük mutlulukla “Hadi inşallah!” temennileriyle paylaşılıyor. Siz de John Gray’in temaları üzerine bir taksim metninde bu duruma değiniyorsunuz.Genel olarak bu halet-i ruhiye için ne demek istersiniz? Ütopyamızdan çok mu kolay vazgeçtik sizce? Kitabınızın ismi de “Umut kendi enkazından”, bu enkazdan bir gelecek çıkar mı?
Bize bir genel ilerleme, büyüme, problemleri çözme, demokratikleşme hikâyesi anlatıldığı (bu da bahsettiğimiz “epik yükseliş, epik yolculuk” hikâyelerinden biri), bunun fos çıktığı doğru. İklim olayları, artan eşitsizlik, gıda ve enerji üretim ve tüketimindeki dengesizlikler gibi nedenlerle giderek daha büyük, daha zararlı sarsıntılar görecek olmamız çok büyük bir ihtimal. Bence bu koşullarda Gray gibi her şeye burun kıvırarak değil de, Kazancakis gibi, bir ütopya için değil, her şeyin boşuna olduğu, hiçliğe gideceğini bilmemize rağmen kendi doğru bildiğimiz neyse onun için mücadele etmemiz gerekiyor.İnsan türünün geçmişine ve uyum yeteneğine bakınca, bu felaket senaryoları altında bile, daha yüzbinlerce yıl hayatta kalma becerisine, yeteneğine sahip bir türüz. Bu andığım sorunları ağırlaştırmak için gece gündüz çalışanlar olduğu gibi, bunlara çare bulmak için gece gündüz çalışanlar da var. Tüm bunların bileşiminden biz beğensek de beğenmesek de bir gelecek çıkacak. Biz hayatta olanlar için asıl soru, bizim o geleceğe hangi katkıyı yapmak istediğimizde.
-Malum 1990’lı yılların başında, yeni ekonomik sistemin dünyaya refah getireceğini, sınıf kavramanın artık demode olduğu gibi keskin yargılarda bulunuluyordu. Bugün geldiğimiz noktada bu liberal iyimserlik yerini büyük bir ekonomik krize bağlamış görünüyor ve sınıf oldukça sert bir dönüş yapmış vaziyette. Siz de uzun yıllardır finans sektörü içerisindesiniz. Bu geri dönüş ve genel vaziyet için ne yorum yapmak istersiniz?
Sınıf farklarının ölçülebilir bir biçimde arttığı açık. Hep gelir dağılımından bahsedilir, gelir de önemlidir tabii, ama bir insanın hayattaki sınıfını, neleri yapabileceğini, neleri yapamayacağını asıl belirleyen şey geliri değil serveti. Servet dağılımı, neoliberalizm sayesinde daha da dengesiz, gelir dağılımından çok daha dengesiz bir hale dönüştü. Dünya, bizler gibi,işte bir ekmeğin fiyatı şu kadar dakikalık çalışmadır diye düşünen büyük bir orta ve alt sınıfla, şu kadar dakikalık geliriyle bir ekmek değil de mesela lüks bir apartman dairesi satın alabilecek, bu nedenle o orta ve alt sınıftan bambaşka bir gerçeklik algısı içinde yaşayan, paranın değerini bambaşka algılayan bir azınlık olarak ikiye bölünmeye başladı. O azınlık da yatırım yapmayı,yaşamayı tercih ettiği yerleri (Londra, Paris bunun bariz örnekleri) diğer sınıflar için yaşanılmayacak derecede pahalı hale getiriyor, böylece dünyayı da fiziksel olarak daha sert bir biçimde ayırmaya başlıyor. Mesela Paris’te zamanında Perec’in yaşadığı mütevazı, neredeyse öğrenci evi denebilecek daireyi bugün satın almak içinepey refah içinde bir orta halli olmanız gerekiyor, belki elli yıl sonra zengin olmanız şart olacak. Sınıflar arasında geçişkenliğin eskisine göre bazı açılardan daha kolay olduğu, az sayıda kişinin sıfırdan servete kavuşmayı başardığı doğru. Bu örnekler verilerek herkese “çalışırsan başarırsın” hikâyesi anlatılıyor, ama böyle örnekler, garajdan Facebook’u Microsoft’u kuranlar aslında toplumun çok çok ufak bir kısmı, asıl sınıfları belirleyen aile zenginlikleri yüzyıllardır birebir devam ediyor, hem ülkelerin kaderinde, hem bireylerin hayatta neyi yapıp neyi yapamayacaklarında belirleyici oluyor. Evet, sınıf hiç kaybolmamıştı zaten, ama neoliberal dünyada eskisinden çok daha sert, nümerik olarak çok daha keskin bir çehre kazandı.
edebiyathaber.net (28 Mayıs 2019)