Söyleşi: Can Öktemer
Armağan Ekici’yi esas olarak çevirmen kimliğiyle tanıyoruz. Kendisi geçtiğimiz yıllarda James Joyce’un kült eseri Ulysses çevirisini üstlenmişti. Ekici, Joyce çevirisi haricinde Raymond Queneau’nun Biçem Alıştırmaları ve Lewis Carrol’un Alice’in Harikalar Diyarındaki Maceraları kitaplarının da çevirisini yapmıştı. Armağan Ekici uzun bir süredir finans sektöründe çalışıyor, 1998 yılından beri Hollanda’da eşi Çimen Ekici ile sakin bir hayat yaşıyor. Armağan Ekici’nin edebiyatla ilişkisi sadece çeviri üzerinden devam etmiyor. Ekici, uzun yıllardır çeşitli mecralarda müzik, sanat, edebiyat, çeviri ve bilim üzerine denemeler yazmakta. Bu denemeler geçtiğimiz günlerde Everest Yayınları tarafından bir araya getirilerek “Lacivert Taşından Tabletler” ismiyle neşredildi. “Lacivert Taşından Tabletler” 2016 yılında deneme dalında Cevdet Kudret Ödülünü kazanmıştı. Armağan Ekici’yle edebiyatın önemli bir alt türü olan denemeyi, “post-truth” çağında bilgi ve hakikat ilişkisi ve kolektif hafıza mekanı kitapçıların kapanması üzerine konuştuk:
Lacivert Taşından Tabletler kitabınız daha önce türlü mecralarda yayımlanmış yazılarınızdan oluşuyor. Kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitabı tek başına değil, Everest Yayınevinin deneme serisinin bir parçası olarak görmek daha doğru. Cem İleri böyle bir seriyi yapmaya karar verdi, bir program hazırladı, benden de bir kitap rica etti. Cem İleri’nin bu seri için yazdığı Okurun Belleği, iddiası, içeriği, kapsamıyla çok önemli, çok güçlü bir kitap. Ben de dergilerde yayımlanmış yazılardan bir seçme yaptım, sıraya koydum, dil, içerik açılarından bugünün gözüyle elden geçirdim; Didem Nur Güngören’in editörlüğüyle kitabı hazırladık. Yazılar 10 yılı aşkın bir süreden seçildiği, bazıları 30’lu yaşların başlarında yazılmış olduğu için benim için de ilginç bir süreç oldu. O sözleri yazmış olan genç adam kimi zaman biraz uzaklaşmış oluyor, bu yaşta tekrar gözden geçirince bazen “hadi oradan, daha ne biliyorsun da konuşuyorsun”, ama bazen de “yahu ne doğru söylemiş, keşke o gencin tavsiyelerine biraz daha çok uysaydım!” dediğim oldu.
Deneme edebiyatın önemli bir alt türü olarak kabul edilmekte. Türkiye’de bu türde örnekler veren isimlerin başında Nurdan Gürbilek, Enis Batur gibi isimler gelmekte. Siz denemeyle olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Türkiye’de genç kuşak yazarların, düşünürlerin bu türü biraz kenarda bıraktıklarını söylenebilir mi?
Ben deneme okuma alışkanlığını erken bir yaşta kazandım ve hep sevdim, deneme okumayı kurgu okumaya çoğu zaman tercih ediyorum. Lisedeyken her cuma Melih Cevdet Anday’ın Cumhuriyet’teki haftalık denemesini büyük bir keyifle okurdum mesela. Yazılan, yayımlanan toplam hacim olarak her zaman romanın, öykünün gerisinde kaldığı doğrudur herhalde, ama genç kuşak daha az yazıyor demek doğru mu bilmiyorum; sitelere, dergilere, akademik çalışmalara bakınca bugün de epey canlılık görüyorum ben. Belki bir araştırmacının yıllar içinde dergileri tarayıp istatistiklere bakması gerek.
Sosyal medyanın gündelik hayatın içerisine iyiden iyiye sızdığı bir dönemden geçiyoruz. Bu durumun getirisi olarak da gün içerisinde çok fazla enformasyona maruz kalıyoruz, kimse artık rafine bilgiyle ilgilenmiyor gibi. Siz de bu durumun tam tersine kitabınızda okuyucuya rafine ve incelikle araştırılmış, düşünülmüş rafine bilgiler sunuyorsunuz. Bilgiyle olan bu sorunlu ilişkimiz için ne demek istersiniz?
Sosyal medyanın ve bilgi bombardımanının en büyük sorunu, bugünlerde birkaç yazarın da söylemeye başladığı gibi, bu teknolojilerin beyinlerimiz üzerinde keyif verici madde etkisi yaparak bağımlılıklara yol açıyor olması. Bu yolla, sonsuz bir dikkat dağınıklığa, her şeye çok kısaca göz atıp bir sonraki parlak şeye saldırmamıza; bazı şeylere de kafayı takmamıza, bildiğimiz, artık anladığımız halde, düşüncemizi teyit etmeyi sevdiğimiz için tekrar tekrar okumamıza, böylece, çok daha anlamlı şeylere verebileceğimiz zihin enerjimizi çarçur etmemize neden oluyorlar. Kafa dağıttığımızı, biraz dinlendiğimizi zannederken bu girdaplara düşerek kendimizi çok daha fazla yoruyoruz aslında.
Bu yolla saldırdığımız bir sonraki parlak şey oturup okusak çok değerli şeyler öğreneceğimiz uzun, rafine bir makale de olabilir, en son çıkan kedi videosu da olabilir, daha kötüsü, zaten kızdığımız, büyük hatalar içinde olduğunu düşündüğümüz birinin yeni yazısı da olabilir. Müthiş bir irade hakimiyeti gösterip ikinci ve üçüncü kategoriden kaçmayı başarsak bile, birinci kategoriden okunacak şeylerin yığılması da başa çıkamayacağımız bir dikkat dağınıklığına, sonuçta hiçbir şeyi sahiden, uzun uzun okuyamaz hâle gelmemize yol açabilir. Bu nedenlerle, insanı sürekli birşeyleri tıklatmak, en son haberleri yeniletmek üzere tasarlanmış programlara ve sitelere karşı çok uyanık olmamız gerekiyor. Eş-dostla bağlantıyı canlı tutmanın ve bilgi bolluğunun nimetlerinden yararlanacağız tabii; ama, bunu yaparken, bunun da aynı şeker-yağ-tuz gibi her tarafta karşımıza çıkan, sürekli gözümüze sokulan ve kaptırırsak hem kötü alışkanlık edineceğimiz, hem de ciddi bir şekilde sağlığımızı bozacağımız bir yönü olduğunu unutmamamız gerekiyor. Bu alışkanlıklardan kaçınmak için sosyal medyanın tam tersine denk düşen kadim insan alışkanlıklarına —uzun yürüyüşler yapmaya, bitkilere, hayvanlara bakmaya, gökyüzüne, yıldızların hareketlerine bakmaya— geri dönmekte de büyük faydalar var bence.
‘Taşınan kitapçılar ve Narmanlı Han’ isimli yazınızda kültürel bellek mekanı işlevi gören önemli kitapçıların kapandığını ve bunun kültür hayatımıza yapmış olduğu etkilerden bahsetmişsiniz. Bir tarafta, neredeyse hiç kitapçıya gitmeyen, kitapla bütün ilişkisini web üzerinden halleden ve kitapçıların kapanmasını dert edinmeyen bir kuşak hali hazırda mevcut. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Aslında her şeye rağmen kâğıt kitap üretimi de büyük bir canlılıkla devam ediyor gibi görünüyor; ama ekonomideki dağıtım modelleri değişiyor, bağımsız kitapçılar yok olurken ya da hayatta kalma savaşı verirken her türlü kitabın dağıtımını da zincir kitapçılar (ve internet üzerinden satış) üstlenmeye başlıyor. Bu türden ticari dönüşümler olacaktır, bizim hoşumuza gitse de gitmese de böyle dönüşümlerde parayla ölçülen tercihler esas olacak. Bizler de buna karşı bir şeyler yapmak istiyorsak kitap alacağımız zaman o sevdiğimiz bağımsız kitapçılardan kitap almaya öncelik verebiliriz.
Uzun vadede yazılı sözün değerinini kaybetmeyeceğini düşünüyorum. İki meşhur distopya, Bradbury’nin Fahrenheit 451’i ve Huxley’yin Yaman Yeni Dünya’sı, kitabı dışlamış toplumlarda kitapları hayatta tutmakla uğraşan istisnai karakterleri anlatırlar. Önümüzdeki 100-200 yıl içinde toplum düzeninin büyük hızla değişebileceğini, büyük sarsıntılar yaşanabileceğini düşünüyorsak, yazılı kitabın değerinde de (Bradbury ve Huxley’deki kadar olmasa da) olumlu ve olumsuz yönde büyük değişimler görebilececeğimiz yönünde spekülasyonlar yapabiliriz. Enerji dağıtım ağlarının tökezlediği bir dünyada bugün basılan pek çok kitap (içeriğinin değerine bakılmaksızın) yakıt olarak kullanılabilir; bunun yanında, bugün hiç düşünmeden kabullendiğimiz veri dağıtımı tökezlerse, basılı kitaplar kitapsever zümre için neredeyse kutsal bir değer kazanabilirler.
Son yıllarda kültürün, sanatın yavanlaştığı, sıradanlaştığına dair yaygın bir görüş hakim. Artık çarpıcı, yenilikçi bir sanat üretiminin de ortaya çıkmadığı, vasatlığın tüm dünyaya sirayet ettiği de benzer bir şekilde dillendiriliyor. Siz de ‘Yavanlığın Yaygınlığı’ isimli makalenizde bu konu üzerinde durmuşsunuz. 21. Yüzyılda sahip olduğumuz zengin kültürel havuza rağmen neden bu haldeyiz sizce? “Büyüsünü yitiren dünyadan”, “estetiğini yitiren dünyaya” mı geçiş yaptık sizce?
Buradaki meselenin kökeni kapanan kitapçılar meselesiyle aynı bence. Endüstriyel üretime, tüketime, dağıtıma uygun olan kültür ürünleri yaygınlaşıyor ve piyasaya hakim olmaya başlıyor. Çarpıcı, yenilikçi bir şeyler arıyorsak piyasanın kıyılarına bakmamız gerekiyor; bize “çarpıcı, yenilikçi” olduğu söylenen ürünler de tam tersine endüstrinin tam kalbinden sesleniyorlar genelde.
Öte yandan, içinde yaşadığımız dönemde bilgiye erişmenin kolaylığı, dünyada en uçuk-kaçık ne varsa onlara da hemen ulaşabilmemizi, meraklıysak kendimizi bu yönde eğitebilmemizi de kolaylaştırıyor, genel eğilimin tersine gitmeyi sevenler için de pek çok olanak açılıyor aslında. 19. ve 20. Yüzyıllarda yenilikçilik ve deney adına öyle çok şey yapıldı ki, zaten yeni bir deneye girişmeden önce bu deneycilerin neler yaptıklarını öğrenmek bile başlı başına bir araştırma alanı, akıntıya karşı bol bol kürek çekilebilecek bir mecra.
Bence bu koşullar altında bizlerin en büyük sorumluluğu, özellikle yaşça bizden küçük olanlara önlerine konulanla yetinmemek gerektiğini, kolay üretilen-kolay tüketilen eser ile sahiden beceri ve yetenek ile üretilen eser arasındaki farkı hissettirmek.
‘Merak, Mürekkep, Mnemosyne, Melankoli’ isimli makalenizde, ağırlıklı olarak Enis Batur metinleri üzerinden merak kavramını inceliyorsunuz. Disiplinler arası dolaşmak, merak etmek ve tabiri caizse entelektüel yersizlik, yurtsuzluk için ne söylemek istersiniz?
Yersiz-yurtsuzluk, kıta felsefesi sayesinde büyük anlam yükü kazanmış bir kavram, bu ummana dalmaktan çekinirim. Merak ve disiplinlerarasılık için şunları söyleyebilirim: tüm bu konuştuğumuz devasa maddi değişimlerin içinde insan doğasının, insan zihninin pek değişmiyor olması, edebiyat, söz sanatları, felsefe gibi alanların temel meselelerine dönünce bildiğimiz en eski örneklerin bugün bile bize hâlâ hitap edebilmesi, insan düşüncesinin felsefe, bilim, müzik, edebiyat gibi konularda tekrar tekrar birbiriyle karşılıklılık içinde olan, analojiler kuran metafor yapılarının kurmuş olması bana çok ilginç, çok doyurucu geliyor.
Kitapta karşımıza çıkan metinlerde öne çıkan konuların başında, bilim, merak, bakma ve görme geliyor. Modernitenin getirisi olan ilerlemenin iyimserliğinin gerilediği, kimsenin hakikatle ilgilenmediği artık hayatımızın bir gerçeği olmaya başlayan “post-truth” döneminden geçiyoruz. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu çağın ruh halini?
Kendi adıma, kuşağım adına şunları söyleyebilirim: 80’lerde, 90’larda bir tür iyimserlik içindeydik, dünyanın daha iyiye gideceğini, işlerin düzeleceğini, özgürlüklerin artacağını, bu arada “hakikat” dediğimiz şeyde da aklın, bilimin daha öne geçeceğini, artık çözülmüş tartışmalara geri dönülmeyeceğini düşünüyorduk. Son on-yirmi yıl bu iyimserliğin çok naif olduğunu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de bu türden dalgalanmaların çok daha geniş hacimli olduğunu, tüm bu gelişmelerin “ileriye” gidebileceği kadar “geriye” de gidebileceğini gösterdi bize. Bugün hâlâ dünyanın yuvarlaklığı, gece ve gündüzün nasıl oluştuğu gibi konular tartışma konusu olabiliyorsa demek ki bizim kuşağın bu iyimserliği epey enayiceymiş. Hâlâ da iyimserler var, Steven Pinker gibi yazarlar dünyanın pek çok objektif ölçüye göre daha iyiye gittiğinin gösterilebileceğini ve gelecekte bizi bekleyen badireleri de insanın zekâsı ve uyum kabiliyeti sayesinde aşacağımızı söylüyorlar. Belki haklıdırlar, ama bence geleceğe temkinli bir kötümserlikle bakmak en doğrusu. Dünyanın nüfus, iklim, para dağılımı gibi eğilimlerine bakınca bizi gerçekten çok büyük sarsıntılar bekliyor olabilir, tüm bunlara hazırlıklı olmak gerek.
İyimserlik-kötümserlik meselesinde işin püf noktası şu aslında: toplum daha iyiye ya da daha kötüye gidebilir, ama bireysel olarak hepimiz sonumuzun kötü olacağını, günün birinde illa ki elden ayaktan düşüp öleceğimizi biliyoruz. Bu temel kötümser durumu iyi anlayıp, onunla barışıp, sonra elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz zaten; hayatta kesinlikle bildiğimiz belki de tek şey olan bizden önceki ve bizi bekleyen dipsiz boşluğun kıyısında çabalamaya devam edeceğiz. Boşluğa rağmen, hiçliğe rağmen çaba kavramı için Kazancakis’in kitaplarını (meşhur Zorba’yı ya da Greko’ya Mektuplar’ı), daha da meraklısına da ilginç, zorlayıcı bir çeviriyle bugünlerde ikinci basımı yapılan Çileci başlıklı felsefî alıştırmalarını öneririm.
Yine kitapta öne çıkan konulardan bir başkası da, müzik ve edebiyat arasındaki yoğun ilişki. Size göre edebiyat ve müzik arasında nasıl bir ilişki var?
Kitaptaki “Müzik, Dil, Retorik” başlıklı yazı bunu anlatmaya çalışıyor. Müzik ve edebiyat aynı şey değiller tabii ama büyük ölçüde birbirine benzeyen yapılardan yararlanıyorlar. Ritmin, sesli okumanın önemi, en kısa ölçekten en geniş ölçeğe kadar “çeşitlemelerle tekrar”, giriş-gelişme-sonuç oyunları ikisinde de ortak.
Bir süre önce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabı İngilizceye çevrilmişti. Siz de bu çevirideki yanlışlar üzerine bir yazı yazmıştınız. Bir çevirmen olarak bu örnekte ne gibi problemler vardı sizce? Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay’ın da yapıtlarının İngilizceye çevrileceği haberleri gelmeye başladı bir süredir. Bu girişimler için ne demek istersiniz?
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün en büyük eksiği anadili Türkçe olan biri tarafından gözden geçirilmemiş olması, bu yüzden bu yapılsaydı kolayca çözülebilecek anlam hataları kalmış olması. Bence çevirmenler kitabı biraz hafife almışlar bu açıdan; Tanpınar anadili Türkçe olanlar için de zor bir yazar. Anayurt Oteli ve Tutunamayanlar çevirilerinin hikâyesi epey farklı; Fred Stark Yusuf Atılgan’ın, Sevin Seydi Oğuz Atay’ın yakın çevresinden. İki çeviri de yıllar önce, bir tür görev duygusuyla, kitapları çok iyi anlayarak ve kitapların dil ve üslup özelliklerini İngilizceye hakkıyla yansıtarak yapılmış çeviriler; Sevin Seydi, zaten, çeviriyi Atay kitabı yazarken, aynı evde yapmış; Tutunamayanlar için, çeviri meselelerinde çok tartışılan “yazar niyeti” boyutunu dünyada en iyi bilecek çevirmen. Çevirisi de çok yetkin, sanatlı bir çeviri. Sevin Seydi’nin kitabın yazılması üzerindeki etkisini, hatta kitaptaki baş kadın karakterin de ilham kaynağı olmasını düşününce dünya edebiyatında çok ender görülebilecek, belki de biricik bir vakayla karşı karşıyayız aslında; bir dilin büyük kitaplarından biri, bizzat o kitabın ilhamını veren kişi tarafından çevriliyor. Stark’ın çevirisinin nihayet yayıncı bulması, iyi bir yayınevi tarafından basılması çok iyi bir haber; eminim Yusuf Atılgan ve Fred Stark bunu bilseler çok, çok sevinirlerdi. Sevin Seydi’nin çok başarılı çevirisinin ise geniş dağıtım için yayıncı bulup bulamayacağını hâlâ bilmiyoruz, elimizdeki baskı özel izinle yapılmış ve 200 nüshayla sınırlı bir baskı. Umarım Tutunamayanlar’ın haklarını alan yayınevi de çevirinin bu özelliklerini görüp Sevin Seydi çevirisini seçer.
Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği kitabında, geleceğin belirsizleşmesi, şimdinin ise rahatsızlık verdiği bir ortamda insanların refleks olarak geçmişe sığınmasından bahsediyordu. Siz de kitabınızda nostaljiyi müzik üzerinden okuyorsunuz. Özellikle son yıllarda giderek yükselen nostalji hissiyatı için ne demek istersiniz? Gelecekten fazla mı ümidimiz keser olduk sizce?
Oktay Rifat, genç yaşta yazdığı, yanlış hatırlamıyorsam Orhan Veli’nin ölümü ile bağlantılı güzel bir şiirinde “Güneş yalnız dirileri ısıtır / güneşi kıymetini bil” der. Her şeyin kötüye gideceğini kesin olarak bilsek bile, eğer bu dünyadaysak, güneş bizi ısıtıyorsa, bilinç sahibi olmanın o varla yok arası kapısı bizim için açıldıysa, gelecekten ümidimiz olmasa bile bizce daha iyisi neyse ona doğru (bir gıdım da olsa yaklaşmak için bile olsa) çalışmaya devam etmeliyiz. Gelecekten ümidimizi kesmek için sonsuz vaktimiz olacak sonra.
Can Öktemer – edebiyathaber.net (21 Eylül 2017)