Söyleşi: Yavuz Yavuzer
Asil Çam’la ilk öykü kitabı “Ölümlünün Yaşam Fragmanları” üzerine konuştuk.
Okur olmanın yarattığı bir konfor alanı var. Yazmak, ilk andan itibaren belli başlı sorumlulukları olan bir eylem. Konfor alanından çıkıp sorumluluk almaya iten, size ilk adımı attıran faktör ne oldu?
Yazmak, teknik olarak benim için en kolayı. Üniversitede tiyatro topluluğuna katıldığım zaman, sanatla ilgili bir şeyler yapmak istediğimi hissetmiştim. Aynı zamanda belediye tiyatrosuna girdim. Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyunu oynanacaktı. Rejide sesçileri yoktu, beni çağırdılar. Ben tabii salonun en üstüne çıkıp da bütün provaları defalarca seyrederken; yönetmenin hareketlerine, tavrına bakarken dedim ki, “tamam, bu harika bir şey.” Yani sahnede olmak değil de benim için üretim yapıyor olmak, bir olay örgüsü yaratmak bana çok daha fazla keyif verecekmiş gibiydi. Sahnede bir rolü canlandırmaktan çok, benim yazdıklarım oynansa ya da ben bir oyunun yönetmenliğini yapabilsem daha mutlu olurum, diye düşündüm.
Üniversite dönemimde arkadaşlarımla kısa film çektim. Mühendislik okurken, tiyatro topluluğunda olmak paralel bir hayat kazandırdı bana. Hayallerim tamamen sanatla ilgiliydi. Dolayısıyla her ne kadar zor bir yanı olsa da işin içinde olmak oldukça keyifli geliyordu. Oyuncu bulmak, mekan ayarlamak, oyun için rektörlüğe dilekçe yazıp izinler almak, belki normal şartlarda çok da tercih edeceğim uğraşlar olmasa da o tutku, birçok işe dört elle sarılmamı sağladı. Tiyatro ve sinema tarihiyle ilgili çok sayıda kitap okuduğumu söyleyebilirim. Oyun anlamında okumadığım çok az tiyatro metni vardır. Aslında kafamda tasarladıkça ve yoğun okumalar yaptıkça da bir yerde yazma, yaratma motivasyonu buldum. Çıkış noktam da zaten buydu, yazmak. Dolayısıyla üniversitede başladım yazmaya.
Yazı masasının başına geçmek önemli bir mesele. Nasıl başlıyor sizin süreciniz? Yazma disiplininizle ilgili neler söylersiniz ve yazma anlamında tıkandığınız dönemlerde o çıkmazdan nasıl kurtuluyorsunuz?
Benim bir şeye başladığım zaman bitirme problemim vardı. Önceleri, yazdıklarım bir sayfayı geçmiyordu ya da hep yarım kalıyordu. Bir sayfada yazmak istediklerimi bitirmem gerekiyormuş gibi hissediyordum. Bu sanırım, az kelimeyle çok fazla şey anlatma çerçevesinde işime yaramış gibi görünüyor.
Bununla birlikte “bir şeyi tamamlamış” olma hali, bana müthiş bir keyif verdi. İki bin on dokuzda bitirdiğim roman, kendi adıma yeni bir sayfa açtı. Hayatımda ilk defa bir şeyi bitirdiğim için mutluydum. O günden bugüne de yaklaşık dört senedir düzenli olarak okuyor ve yazıyorum.
Yazmak ne kadar bir motivasyonsa aynı ölçüde yazdıklarınızın yayınlanması, okurun karşısına çıkmak da ciddi bir motivasyon faktörü. İlk metninizin yayınlanma hikayesini paylaşabilir misiniz?
İlk öyküm Kafka Okur’da yayımlandı. Öyküyü gönderdikten on gün sonra yayımlayacaklarına dair bilgi geldi. Harika bir duygu, tarifi yok. Ardından bir öykü daha gönderdim ve o da basıldı. Aslında çok heyecanlı. Sizi daha çok ve daha iyi yazmaya itebilecek bir durumu var yayınlanmanızın ama sonra sonra bu heyecanın, beni sardığını hissettim. Aslında böyle heyecanlara ihtiyacımın olmadığını düşündüm ve sadece yazdım. Bir yerlere göndermeye çabalamaktan vazgeçtim. Çünkü yazmayı, yazıyı düşünmemi engelledi. Acaba yayınlanacak mı duygusu, yazma hazzının önüne geçebilirdi.
Bu durum, yayınlanabilecek metinler yazma kaygısı mı oluşturdu?
Yazdıklarım beğenilecek mi gibi bir kaygım olmadı. Beğenilsin diye de yazmadım. Belki de az önce bahsettiğim vazgeçmek kendime ait bir durumdu. Sadece odak noktamı kaybederim gibi gelmişti, öyle düşündüm ya da hissettim. Yazmaya odaklanmak için de bir yerlere metin göndermeye, 2020 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne kadar ara verdim. Zaten o dönem benim için belki de bir kırılma noktası. Detaylıca konuşuruz tabii.
O halde, zaman kaybetmeyelim. O döneme, en başa dönelim biraz. Özellikle ilk kitabı yayımlama süreci biraz yorucu ya da heves kıran bir süreç olabiliyor. Siz bu süreci nasıl geçirdiniz, neler deneyimlediniz? Ne kadar sürede hangi aşamaları deneyimlediniz, neler umdunuz neler buldunuz?
Aslında bu konuda kendimi biraz şanslı görüyorum. Ölümlünün Yaşam Fragmanları, elimde dosya olarak hazırdı ve Varlık’ın düzenlediği Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’ne gönderdim. Dosyayı gönderdiğimde otuz yaşındaydım ama pandemi kaynaklı sonuçların geç açıklanması nedeniyle otuz yaşını geçmiş oldum. Sonuçlara da baktığımda ismimi göremedim.
Jüride çok önemli isimler vardı herkesin bildiği gibi. O isimlerden biri bana sosyal medyadan mesaj attı. Dosyam çok beğenilmiş ama yaş durumu nedeniyle elenmişim. En azından dosyamın ve öykülerimin fark edilmiş olması beni çok mutlu etti. O süreçte Selçuk Orhan’la tanıştım. Dosyamı istedi, gönderdim. Bazı yerleri işaretlemiş, eleştirdiği yerleri ayrıca belirtmişti. Öykülerin ismini değiştirmem, en azından tekrar bir göz atmam gerektiğiyle ilgili öneriler verdi. Sağ olsun usta çırak ilişkisi yaşadık, hala da devam ediyoruz. Selçuk Orhan’ın desteği ve yönlendirmesiyle dosyamı bazı yayınevlerine gönderdim. Ketebe’nin ilgisi, bana olan yakınlığı ve dosyayı yayınlama motivasyonları beni çok mutlu etti ve Ölümlünün Yaşam Fragmanları, Ketebe’den böylelikle basılmış oldu. Dolayısıyla çok sancılı bir süreçten geçmediğimi söyleyebilirim.
Ödüller ve dergileri konuşalım yeri gelmişken. Neler düşünüyorsunuz? Ödül almak, kısa listelere girmek ve dergilerde görünür olmak-olmamak, yazarı motivasyon olarak nasıl etkiler?
Dergide yer alan tüm öyküler iyi, yayınlanmayanlar iyi değil gibi bir genelleme yapamayız. Ama yazarların dergilerde görünür olması gerekli ve önemli de bir şey sanırım. Çünkü sosyal medyadaki etkileşimi bile etkiliyor, değiştiriyor. Örneğin şu dergide öyküm yayınlandı diyebilmek için de bir fırsat aynı zamanda. Bir de yazara, “demek ki iyi yazınca, çok çalışnca oluyor” inancı yüklüyor. Çünkü diğer türlü motivasyon kaybı yaşanabilir. Metninizin yayınlanmamış olması da iyi yazamadığınız anlamına gelmez tabii ki.
Motivasyon ve yazarın kendine olan inancını beslemesi anlamında ödüller de önemli olabilir. Ben, 69. Sait Faik Hikaye Armağanı kısa listesine girdim bu yıl mesela. Tabii ki ödülü almak isterdim ki hayalimdeki 3 ödülden biriydi. Yine söylemem gerekiyor ki; ödül alamamış olmak, herhangi bir yazara bir şey kaybettirmez.
Dergiler ve ödüller kadar artık günümüzde sosyal medya da önemli. Bir anda gündem olabiliyorsunuz, iyi ya da kötü. Twitter’da, “ilk kitapları okumuyorum” çıkışınız olmuştu. Neler söylemek istersiniz?Aynı zamanda kimleri okuyorsunuz, son dönemde size etkileyen kitaplar neler oldu?
Açıkçası içinden ne çıkacağını bilmediğim bir kitabı okuyacağıma açar bir Cortazar okurum dedim, evet. Tabii Cortazar, orada bir metafor. Sonuç itibariyle ben kitap eleştirmeni ya da kitap tanıtım yazıları yazan biri değilim. En başta kendimi bu çerçevede, bir edebiyat işçisi olarak da görmüyorum. Öyle olsaydım elbette okumam, yeni çıkanları en azından biraz tanımam gerekirdi ve böyle düşünmezdim. Bunu ifade edince, “sen kendini okumaz mıydın” gibi sorular geliyor. Yukarıdaki tanımda ve profilde bir değilsem, cevabım “hayır okumazdım” olur. Okurluğun o rahat yanından kalkıp yazarlık kısmına geçtim. Bunu planlı bir şekilde yaptım. Yeni öykücüleri yazar da okumalı evet ama yeni yazarları, yeni kitapları, okurlar okumalı. Söylemeye çalıştığım şey tam olarak buydu. Arada kaçırdığım çok iyi “ilk kitaplar” olabilir, vardır mutlaka. Ama ikinci, üçüncü kitapta okurum ve o zaman dönüp diğer kitaplarına da bakarım. Okumamız gereken çok sayıda eser varken, ben bu riski almam, seçici olurum demeye çalışıyorum. Yazar olarak bunu söylüyorum. Okur olmanın konforunu yaşadığım zamanlarda, kimsenin adını bilmediği tiyatro oyunlarını okudum. Yine okurum, okumakla ve okur olmakla bir problemim yok tabii ki.
Son dönemde Mehmet Erte’nin Sahipiz Yüzler kitabını okudum, öğrenecek çok şey var. Perec kitaplarını okudum, etkileyici yanları var.
Peki, bu konuşmanın üzerine “ilk öykü kitabını yayınlamış” yazar olarak hangi konularda özeleştiri yapıyorsunuz kendinize?
Yüksek standartlar şemasına göz kırpan bir yanım var. Hiçbir şekilde yaptığım şeylerden tatmin olmuyorum. Örneğin Ölümlünün Yaşam Fragmanları’nda okuduğunuz öyküleri binlerce defa okumuşumdur. Bu durum bende farkında olmadığım bir yorgunluk yaratabilir ama keyif de alıyorum bir taraftan. Ama yine de o kadar da yapmamak lazım. Çünkü işin doğasını da öldürebilir. Yani ben o öyküleri bin defa okuyacağıma bir tane daha öykü yazardım değil mi?
Nasıl bitiyor peki öyküler? Çok mükemmelliyetçiyim dediniz. Başı, ortası, sonu tamamlandı ama içinize sinmedi diyelim tam olarak. Ertesi gün bir olay yaşadığınızda, ben bunu öyküye eklerim deyip not aldığınız anlar oluyor mu? Bu öykü bitti artık kenarda dediğiniz aşamaya nasıl geliyorsunuz?
Aslında yazma işi benim için bir performans. Her akşam mutlaka yazmaya çalışıyorum. Başlamak ve bitirmek biraz da kendini programlamayla ilgili. Ben kendimi bu şekilde terbiye edebildim, bir disiplin yakaladım. Böylelikle de zamanla anlatmak istediğim “o şey” neyse daha kolay kayıtlara geçebiliyorum.
Bir öyküye başlarken anlatmak istediğim durumu, duyguyu, o iç sıkıntısını ve artık beni ne rahatsız ediyor ya da ne mutlu ediyor – ne anlatmak istiyorsam – bunu biliyorum ve bunun üzerine bir performans sergiliyorum. Ve o performansın sonuna gelip, belki de dört beş saat içinde masadan kalkabiliyorum. Hem bu disiplini hem de bu mental sağlığı sürdürmeye çalışıyorum.
Yazma disiplinine ulaştım dediniz. O disipline ulaşmak, bunu bir bağımlılık, bir alışkanlık haline getirmek zordur. Bir taraftan çalışırken bir taraftan da yazmaya, o dünyaya zaman ayırmak fizikken de çok mümkün değil. Zaman ayırmak anlamında da çok mümkün değil. Hem nasıl eriştiğiniz o disipline hem de bazen bir çıkmaza giriyorsunuz. O çıkmazdan nasıl kurtuluyor ve nasıl tekrar yazmaya dönüyorsunuz?
Yazamadığım zamanlarda çok mutsuz oluyorum. Örneğin yaklaşık bir aydır pek bir şey yazamadım. Yeni bir roman dosyası üzerinde çalışıyorum, biraz da tıkandım. Çünkü şöyle bir soru sordum kendime, “ben aslında burada ne anlatıyorum?” Soruya cevap veremedim ve öldüm. Ve olayın en başına döndüm. Ben buraya nereden geldim, ne düşünerek bu hikayeyi yazmaya başlamıştım diye. Çünkü tutunduğum şey, ne yazacağımı bilmek ve onu yazmak aslında. Yaşadığım çıkmazı aşmak ya da tıkanıklığı açmak için bir öykü yazdım, bitirdim ve kendimi iyi hissettim.
Tabii şunu da söylemek lazım. Hem iş hayatı hem dışarıda hızla değişen, dönüşen bir sosyal ortam da var. Bazen çok fazla insan, çok fazla mekan çok fazla karmaşaya neden olabiliyor. Bazen kapanmak, yoğunlaşmak lazım. Bu hepimize iyi geliyor.
Tekrar kitaba dönecek olursak; Ölümlünün Yaşam Fragmanları ile bitiyor kitap. Küçük paragraflar var burada. Özellikle finali bu yedi paragrafla mı bitirmek istediniz? Aslında her bir başlık bir karakteri de anlatıyor olabilir: Sorgulayan, Yargılanan, Sabote Eden vb. Tek tek de okunabilir. Daha çok ne istediniz bu finalde, neyi hedeflediniz?
Son öyküyle ilgili ilk defa soru alıyorum, teşekkürler. Gecenin bir yarısı kalkıp yazdığım metinler onlar aslında. Orada birçok karakter var ve doğumdan ölüme kadar götürdüğünü düşündüğüm bir silsile bu. Hayatın içinde olan, yanımızdan geçip giden karakterler bunlar ve o son öyküye gelinceye kadar da bunların örneklerini okuduk. Oradaki herhangi bir paragraf, kitabın içindeki herhangi bir öyküye atfedilmiş değil. Zaten öykülerin birbiriyle bağlantılı yerleri var. Bütün öyküler bir ölümlünün yaşamından parçalar. Son öykü de bir toparlama. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar geçirdiği evreleri göstermeye çalıştım.
Kitap bittiğinde şunu düşündüm… Aynı çizgide olmadıklarını bilerek ve böyle bir yakınlık görmediğimi tekrar ederek; Orhan Veli’nin Garip Akımı’yla şiirimize, Kaan Sekban’ın, beyaz yakalının hayatını anlatmasıyla stand-up dünyamıza getirdiği yenilikleri birbirine çok benzetiyorum. Ölümlünün Yaşam Fragmanları’nda da “iş hayatı” ve o hayatı yaşayanların da “bir hayatı var” vurgusu oldukça baskın. Arka kapak yazısında da Selçuk Orhan, “görmezden gelinen çalışma hayatına kapı aralıyor” diye yazmış kitap için. Siz bu kapıyı nasıl araladınız?
Bütün bunlar benim gerçekliğimin bir parçası. Yani her öykü, otobiyografik öğelerle bezeli demeye çalışmıyorum. Ama bu benim gerçekliğimin önemli bir parçası. Yani hayatın içinde karşılaştığım, gördüğüm, duyduğum, birlikte yaşadığım insanlar. Bunların hepsi gerçek şeyler ve ben de kendimi bu gerçek şeyleri yazma isteği ile birden yazarken buldum. Dolayısıyla, daha önce hangi temalar yazılmadı, araştırıp onu yazmaya çalışayım gibi bir gayret elbette olmadı ya da ben bu öyküleri yazınca Türk Edebiyatında, öykü dünyamızda bir eksiği gidermiş olmadım. Bu ilk defa yapılmış olabilir, ama benim amacım bu değildi.
İlle de kitapla ilgili en farklı özelliklerden biri nedir diye konuşacaksak, metinlerarası kavramını kitapta bulamayız. Çünkü tamamen kendi gerçekliğim üzerine kurguladığım öyküler oldu. Her biri, diğerlerinden ayrı ve birbirinden bağımsız öyküler. Aslında şöyle söyleyeyim, sanatsal hasadı, kendi gerçekliğini yeniden üretmek olarak tanımlarsak, bir şekilde ifade etmem gereken şeyler var gibi hissediyordum. Ne olduğunu bulamıyorsun ama oturup çalışırsan ortaya çıkıyor. Ben ne yaşıyorum, ne görüyorum, neye üzülüyorum, neye gülüyorum yani neyin altını çizmek istiyorum diye düşündüğümde kitaptaki öykülere eşitleniyor aklımdan geçenler. Farklı öykülerimde var ve devam ediyor. Onların da birçoğu çocukluk travmalarına ve ebeveyn boşluklarına dokunur. Yani genel olarak aslında hayatın olumsuz taraflarını da görmezden gelemeyen biriyim. Genel olarak melankolik bir tavırda yaşamı sürdürüyorum ve böyle şeyler ortaya çıkıyor.
Birçok edebi tür birbirinden besleniyor. Romanların, öykülerin giriş sayfalarında şair ya da şiirlerden alıntılarla ya da tam tersi örneklerle karşılaşıyoruz. Tiyatroya olan bağınızı biliyorum ama hem tiyatro hem de diğer dallardan nasıl besleniyorsunuz?
Şiir okurum elbette ama iyi bir şiir okuru değilim. Ezberimde hiç şiir yoktur ama okurum tabii ki. Hepimiz gibi üniversitedeyken şiir yazdığımı hatırlıyorum. Felsefe okurken kendimi çok iyi hissediyorum mesela. Anlam arayışı, size gerçekten bambaşka kapılar aralayabiliyor.
edebiyathaber.net (22 Haziran 2023)