Sel Yayıncılık cüretkâr bir işe girişmiş yine ve Jeanette Winterson’un Bedende Yazılı adlı verimini dilimize kazandırmış. Dolu dolu aşk anlatılıyor romanda ama öyle ağdalı cümlelerle, beylik sözlerle değil. Ulu orta, açık saçık, kuralları tersine çevirerek ve samimi…
Bir ilişki ister istemez bitince, şöyle cümlenin sonu gibi bir bitiş olmaz. Bir ilişki bitince, yani sen ve o arasında yaşananlar, bunun bir adı da ölümdür. Sevdiğin ölmez, sen de ölmezsin, hiç kimsenin de acıdan ölmediğini öğretiyor hayat. Ama sen ve o arasındakiler bitince ilişkin ölmüş demektir. Sevdiğin insanın ardından ağıtlar yakman bundandır ve aylarca yas tutman da. “Bir gün bu da geçer… Asıl sorun yaratan klişelerdir. Sevdiğin birini kaybetmek hayatının sonsuza kadar değişmesi demek. Bir gün geçmiyor bu, çünkü ‘bu’ sevdiğin insan. Acı geçiyor, yeni insanlar giriyor hayatına, ama o boşluk asla dolmuyor.”
Kendini bir daha tazelersin sonra. Aşkın hayatının hiçbir yerinde olmayacağını tekrarlarsın kendine ama o, birkaç yağmurdan sonra tekrar kafasını gömdüğü kumdan çıkarıverir. Ve sen bir kez daha aşkın kekremsi tadına varmak için balıklama atlarsın sulara. Sonra yine aynılıklar… Başlangıçlar ve sonlar… Bir ilişkinin harabeleri altında kalınca yeniden, bu kez eskileri de hatırlayarak tutarsın yasını. Ağzında hepsinin bir parça tuzlu ve acı tadı… Ne zaman sonlanır bu durum bilinmez. Gerçek aşkı bulana kadar mı, ölene kadar mı, boyun eğene ya da kaderine razı gelene kadar mı? Bedende Yazılı kitabının isimsiz, cinsiyetsiz karakteri de bilmiyor bunu bana kalırsa.
Tatlı tuzlu aşklar yaşamış belli ki. Ölen bir ilişkinin ardından önce eskileri hatırlayarak varıyor yeni acısının tadına. Yenisi, en fazla canını acıtanı şimdi. Gönüllü terk edişinin pişmanlığıyla kavruluyor içi. Karşısındaki insana fikrini sormadan, “onun iyiliği” için aldığı kararların altında eziliyor. “Onun iyiliği”ni tek başına belirleyemeyeceğini neden öngöremedi ki?
Oysa ceketinin astarında saklıyordu sevdiği kadının söylediği kelimeleri. Hiç unutmamak üzere zihnine kazımıştı. Kadının sözlerinin ne kadarını dinleyip ne kadarını yaşadığını ancak onu kaybettiğinde anladı, her kaybeden âşık gibi. “Neden aşkın ölçüsü yitip gidendir?”
Yitip giden bir sevginin ardından bile bakamadı. Önce o izini kaybettirdi, sonra da sevdiği kadın yaptı aynı şeyi. Aşk ne menem bir duygudur ki insanı böyle çocuk aklıyla yapılmayacak çözümsüzlüklere sürükler? Pişmanlık! Hiç bitmeyen karın ağrısı, kramp…
Pişmanlıkların bir benzerini daha önce de yapmıştı isimsiz kahraman. Seviştiğini, hem de tutkuyla seviştiğini açık saçık kelimelerle ifade ederken, cinselliğin gizli kapaklı haritasından değil de öyle ulu orta söylenilegelenden yola çıkarak anlattı. Sebep? Sebebi yok, bu da bir tercihti onun için. Evli kadınlara âşık olurken tuhaf bir alışkanlıkla, sonunun ondan yana bitmeyeceğini o da biliyordu. Ama sorsak isimsize, “neden olası bir ilişki değil de olmayacak limana doğruydu gemisi” bence bilmiyordu.
“Bir gün herkes gider”
Koca koca sözler verirken, tutamayacağını bilerek, bir gün sıkılacağını, yelkenini başka bir limana doğru savurmak isteyeceği günün eninde sonunda geleceğini bilerek sevişti onlarla. Aşktı bu, yaşanmalı, neyse ceremesi çekilmeliydi. Sebebi ne olursa olsun, sevdiğin insanı gönülsüz bırakmak zor. Sebebi ne olursa olsun, sevdiğin insanı dımdızlak, öylece sevdasıyla yapayalnız bırakmak daha da zor. Terk eden de, terk edilen de bir başka acıyı yaşatıyor içinde, o his küllenene ve bir yenisi alevlenene değin. “Heyecan neden geçip gider? Seni solduran zaman beni de solduracak.”
Sel Yayıncılık, yine yürekli bir kitabın daha basımını üstlenmiş. Jeanette Winterson, Bedende Yazılı romanıyla ezberleri bozan, açık saçık, ağzı bozuk bir üslupla ama bir o kadar da aşk kokan satırlarıyla işliyor okuyucunun içine. Aşkı tepeden değil, tam da hayatın içinden yorumluyor. Kabul etmeye yanaşmadığımız tutkularımızı, gem vurmaya çalıştığımız, kimi zaman engel olamadığımız arzularımızı dillendiriyor karakteri aracılığıyla. Karşılıksız sevdanın da karşılıklı bir aşkın da tadını almış bir karakterin hisler yumağında sarmalıyor bizi. İnceli kalınlı ipler boğazımıza dolanıyor. Karakterin her hatasında kendi hatalarımızla benzeşen yanlarını bulmaya çalışıyoruz eski öldürdüklerimizin. O kaçtığında ardımızda bıraktıklarımızı biz de teker teker hatırlamaya çabalıyoruz. Eşeleyip duruyoruz geçmişi. Bugünkü bizin geçmişten var olduğunu ve geleceği onun şekillendireceğini biliyoruz. “Onları bahçeye götürüp birer birer yaktım ve geçmişi kül etmenin ne kadar kolay, unutmanın ne kadar zor olduğunu düşündüm.”
Winterson’un kimliksiz ve cinsiyetsiz bıraktığı karakter bana bir kadın izlenimi verdi ama bu zamana kadar bana öğretilenler de bende onun bir kadın olduğu izlenimini yaratmış olabilir. Yalnızca böyle düşününce bile karaktere daha bir yakınlaştırıyor okuyucuyu Winterson. Özdeşleşemediğimiz ama açık saçık yanlarımızı da açığa çıkaran bir anlatıcı var karşımızda. Kimselere söyleyemediğimiz sırlarımız ifşa oluyor sanki.
Aşkın üstüne tonlarca laf edebiliriz. Dünyanın ahkâmını kesip beylik laflar edebiliriz. “Bunu asla yapmam, şu kesinlikle olmaz” diyebiliriz. Ama aşkın ta kendisi başa geldiğinde, söylenecek sözlerin yerini sadece duygular alıyor. Üzüleceğimizi, utanacağımızı, rezil kepaze olacağımızı bile bile, “kesin ayrılıkla bitecek” de deseler, “ölüm ayırana kadar” da deseler hiç fark etmiyor. Aşk, bir kere kapıyı çaldı mı sadece onu yaşaması ve öldüyse şayet geriye yasını tutması kalıyor. Yine Jeanette Winterson’un sözüyle bitirelim cümlelerimizi: “Aşk her şeye değdi. Aşk her şeye değer.”
Serap Çakır – edebiyathaber.net (21 Şubat 2013)