Aşkı yaşamak yerine, içinde birbiriyle itişen onlarca duyguyla “aşkı seyretmek” hüzünlendirir bazen insanları.
İmrenmeden kıskanmaya, kıpır kıpır bir rahatsızlıktan aşkı yok saymaya kadar gider-gelir duygular.
Oysa… Aşkı seyretmek de güzeldir. Aşkla hemhâl olduysan.
Lâkin bu mevzuda kanadın kırıksa, zordur sadece seyretmek.
Böyle bir ruh hâlinin katlanılabilir, hatta hayran olunabilir anaalanı, -başta sinema olmak üzere- sanattır herhal.
Sinemada, yaşanan aşklardaki gibi hayaller ve hakikatler öyle iç içe geçer ki bazen, gerçeğin değil izleğin, yanılsamaların peşinde olmak güzel gelir.
Atıf Yılmaz’ın “Adı Vasfiye” filmi, benim için bu sarmalın en güzide örneğidir.
Barış Pirhasan’ın senaryosuyla da ebedileşen filmdeki yazar, yazacağı hikayeye öyle kaptırır ki kendini… O hikayede “yaşamaya” başlar bir süre sonra.
Vasfiye dersen… Luis Bunuel’in “Arzunun Belirsiz Nesnesi”ndeki arzunun, aşkın belirsizliğine naziredir sanki.
Zaten aşkın karşımızdaki “yüzü”nün farklı hâlleridir, belki de bizi mecnun yapan.
Farklı vasıfları, nitelikleri, karakteri… Yani, Adı Vasfiye.
Şimdi… Seyrettiğim, farklı duyguların sağanağında içimde yer edinen filmleri paylaşmak isterim sizlerle.
Seyirciyseniz, izleyin derim.
Farkına Varmadan Eskir
Aşkın “genç”, kanın “deli” hali deyince, François Truffaut’dan yarım asırlık Jules ve Jim geliyor aklıma.
İki erkek, bir kadın. Ve filmden bir replik; “Mutluluğu (aşkı) anlatmak çok zordur, farkına bile varmadan eskir.”
Ve aynı yönetmenden bir başka aşk üçgeni, La FemmeD’aCote (Penceredeki Kadın)...
Bir kadın yıllar sonra gençlik aşkıyla karşılaşıp, onunla öpüşünce, küt diye düşüp, bayılır mı…
Neden olmasın?
Jim Jarmush’un Stranger Than Paradise (Cennetten de Garip/Yabancı) filmindeki üçgen de sevginin, dostluğun, arkadaşlığın siyah-beyazı.
Aşkın ille de ulvi, yüce, eşsiz olması gerekmediğini, iki insanın birbirini sevmesi için, birbirini anlamasının ön şart olmadığını da anlatır.
Aşkın can sıkıntısına, hatta yalnızlığa bile tek başına ilaç olamayacağını da…
Birlikte sıkılmak diye de bir şey var, ona da aşk derler bazen.
Ki kısır döngünün en fiyakalı pazarlamasıdır, o örnekte aşk.
Filmdeki gibi 3 eyalet de değiştirsen, her yer “aynı” gelir.
Asırlara Meydan Okuyan Aşk
Yine Jarmush’un“Only Lovers Left Alive (Sadece Aşıklar Hayatta Kalır)”.
Yüzyıllardır süren iki aşığın hikayesi.
Evet, aşkları asırlara meydan okuyor zira filmin iki kahramanı, Eve ve Adam (Havva ile Adem) aslında vampir.
Birbirlerinden uzakta yaşıyorlar ama bitmiyor aşkları.
Hiç solmayan iki melankolya çiçeği.
Film zor, yavaş gelebilir bazı izleyiciye… Ama şiir gibi işte.
Usulca, uzun, büyülü bir şiiri okumak gibi.
Filmin müzikleri zaten harika da, Yasmine Hamdam’dan Hal’ı dinleyin-seyredin youtube’dan.
Ama filmdeki görüntüsü eşliğinde; Google’a “Yasmine Hamdan Jarmusch” yazdınız mı tamam.
Nicholas Roeg’in yönettiği Bad Timing de (Kötü Zamanlama) “anlama”nın her şey olmadığını hatırlatır seyirciye:
“Keşke beni daha az anlayıp, beni tanımlamayı bir yana bırakıp, daha çok sevseydin”.
“Te Amo”, “Temo”ya Dönüşürse…
Daha yenilere gelirsek, “El Secreto de Sus Ojos (Gözlerindeki Sır)”.
Film, aşkın yani İspanyolca “te amo”nun bir harfi eksik kalırsa, “temo”ya, yani korkuya dönüşebileceğini de gösterir.
Unutulmaz repliklerinden biri ise, “Bize sadece hatıralar kalır, bari iyilerinden birisini seç”.
Pedro Almodovar’ın Hable con Ella (Konuş Onunla). “Ağlatır adamı” derler ya, hem öyle… Hem de aşktan öte bir film.
Ve bir replik; “Aşk bitince geriye dünyanın en hüzünlü hikayesi kalır”…
Bol ödüllü, Il Postino (Postacı) ise, Pablo Neruda’nın hayatından kesitlerle aşkın şiirsel halini gösterir bize.
Ve der ki; “Şiir tehlikelidir. Bir erkek sana kelimeleriyle dokunmaya başladıysa, elleri çok uzakta değildir”…
Var Olmak ve Onun Olmak
Ve 9 Oscarlı The English Patient (İngiliz Hasta) elbet:
“Her gece kalbimi boşaltıyorum, ama sabah yeniden doluyor…”
Bilir misiniz; Franz Kafka “sein” sözcüğünün Almanca’da iki anlama geldiğini yazar:
Varolmak ve onun olmak…
“Çölde aşk”ın görsel başyapıtı, Bertolucci’nin “The Sheltering Sky (Çölde Çay)”ı da var belleğimde.
Bilhassa görsel şöleni, John Malkovichve DebraWinger’ı izlemenin keyfiyle.
Repliği ise hayati bir uyarı:
“Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini , çok az tekrarlar.
Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez hatırlayabilirsiniz ki?
Belki dört, beş kez daha… Belki o kadar bile değil.
Dolunayı daha kaç kez izleyebileceksiniz? Yirmi kez mi?
Oysa herşey, sonsuzmuş gibi gelir…”
Aşk Bir Sanat Olabilir
Aşkın, sevginin, tutkunun hâllerini beyaz perdeden dolaşırken, Charles Bukowski’den uyarlanan Tales of Ordinary Madness (Sıradan Delilik Öyküleri) eksik kalmamalı.
Hem meraklısına genç Ornella Muti de var.
Unutulmaz repliği ise, sade, basit aslında:
“Milyonlarca kadının içinden biri çıkar ve içinizde uykuya yatmış ne varsa canlandırır; giydikleri elbisedir bazen sizi çeken, yahut kendilerine özgü bir hava”.
Ve beni her defasında gezdiren o seyyah cümle:
“Altı balıkçıl bir havuzda sessizce duruyor ya da sen banyodan çıkıp çırılçıplak yürüyorsun, beni görmeden…”
Aşk, stildir.
Hatta Bukowski’den mülhem, “Aşk bir sanat olabilir”.
Carlos Fuentes’in romanından Luis Puenzo’nun sinemaya uyarladığı “Old Gringo (Meksika Ateşi)” ile Michael Haneke’nin Amour’u da, aşkın, sevginin yaşla, yaşlılıkla imtihanı…
Kim Ki Duk’un“Bin Jip (Boş Ev)”i ise, hayalle gerçeğin yüksek duvarlarla ayrılmadığını, aşkın bazen konuşkan bir sessizlik olduğunu düşündürüyor bana.
Ankara’da Her Yer Özlenir
Hatırlıyorum hepsini… “Ankara’da aşık olmak zor iki gözüm” şarkısı geliyor dudaklarımın ucuna.
Onun repliği de Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta” filminden gelsin:
“Gül: Ankara’dayken Tire’yi çok özlerdim biliyor musun?
Yusuf: Ankara’dayken her yer özlenir…”
Bütün bunların ardından, kısa, kısacık bir film çekesim geliyor bazen…
Bir kadın kolyesiyle dalgın dalgın oynayarak, Kuğulu Park’tan “Gül Bahçesi” parkına doğru yürüyor.
Eteği uzun, usul basıyor. Belli bir aşk hasar görmüş…
Çekesim var ama hayalimdeki kadınlar, -hayalimde- rol yapmıyor.
Aşkı yönetmek dersen, Eros’tan sonra kime nasip oldu ki?
edebiyathaber.net (20 Temmuz 2018)