İnsan en çok hangi harfe benzer? Ne zaman âşık olsam bakıyorum; fotoğraflarda omuzlarım iki büklüm, öne gelmiş ve ben vav harfine benziyorum. Pek şaşırılacak bir durum değil, çünkü onun, yani sevgilinin içinde duran ve henüz kendisinin bile bilemediği çekirdeği bulmak için eğilmektir aşk.
Yenilgi duygusunun yakınından geçer çoğunlukla. Arzunun oku sırtınızdayken ve sizi en hassas yerinizden yaralamışken, mekân, zaman ve benlik algılarınız şaşmış bir halde yalpalarsınız oradan oraya. Belirsizlik halinden kurtulmak, devinmek, bir şeyler yapıyor olmak içindir bu sersemce adımlar. Çok konuşursunuz, çok harcarsınız, evlere sığmaz köpeklerden daha çok gezersiniz. Saçmalarsınız gayet düz bir Türkçeyle söylersek.
Kadınla erkekten aşk doğmuştur
Sabah ezanıyla uyanıp masumiyeti henüz bozulmamış günün ilk saatlerinde çaresizce onun adını tekrarlarken, her an kapıyı çalabileceğini düşünüp kabınıza sığamazsınız. Geciken her zil, çalmayan her telefon kaygılandırır.
Kaygılısınızdır çünkü bilemezsiniz; yerle gök, altla üst, iyiyle kötü, zalimle masum, cennetle cehennem yer değiştirmiştir. Şiddetli bir patlamayla doğru ve yanlış da birbirine karışan beden sıvıları gibi karışmıştır. Başkalarında zalimce bulduğunuz bir hareketi o yaptığında âşık kalbinizle affedersiniz ve affettikçe başka biri olursunuz. Söylediği yalanlar masumca gelir. Cennet, size ne kadar kötü davranırsa davransın, onun yanıdır. Bir yandan da bilemezsiniz.
Çaydanlıkların altını yakarsınız bilememekten. İşin kötüsü neyi bilemediğinizi de bilemezsiniz. Kilitlenmektir bu doğru Türkçeyle. Bir bedene, bir ada, size dünyanın en anlamlı yüzü gibi gelen bir surata, o bedenin kokularına, dokunduğunuzda ondan size akan her şeye, tutuşmuş bir soba gibi sıcacık olan kalbinize, onun aklının içindekileri kestiremeyişine kilitlenirsiniz.
Aşk en gaddar oyunlarını oynarken dünya da değişmiş, bütün dünya bir çıkmaz sokak oluvermiştir. Teninizde ürpertilerle, acıktığınızı, yorulduğunuzu, uykunuzun geldiğini hissetmeden ondan gelecek bir işareti beklersiniz. Kırmızı ışıkları göremeyecek, kornaları duyamayacak kadar yoğundur duygularınız. İçinizdeki bu yoğunlaşmanın yöneldiği tek bir nesne vardır. Saçma olduğunu bile bile her kitapta, başlayan her konuşmada, seyrettiğiniz her filmde, girdiğiniz her sokakta, karşılaştığınız her adamda onu ararsınız.
Onu ararken başınıza gelen her şey, ayaklarınızın sizi götürdüğü ve yaşlılarla işsizlerin yüzünü güneşe çevirdiği bir park, zaman öldürmek için deri koltuklarına gömüldüğünüz sinema salonunda giderek büyüyen ve bir an beyazperdeden size el sallayan yalnızlığınız, acıyı hafifletmek için sardığınız sigaralar, şehre sığamadığınız için kaçtığınız bir sahil kasabası, o sahil kasabasında saçlarınızın dibine dolan kumlar, ah! bu kumları sana hediye edebilseydim diye aklınızın bir yerine not ettiğiniz kırık cümleler, bütün bunların toplamı, yan yana gelmiş halidir aşk.
Kimsenin bilmediği yalnızca masalların bileceği kadar uzun bir zamandan sonra gece yarısı uyanıp, teslimiyetinizi defterin beyaz sayfasına not edersiniz: Aşktın, arayışımdan bildim seni.
Aşkı ararken uğradığımız duraklar
Yıl 2013’tü. İstanbul Modern’de Erol Akyavaş restrospektifi gerçekleşmişti. Hallac-ı Mansur serisinde yer alan ve İslam felsefesine gönderme yaptığı büyük boyutlu tabloların önünden geçiyordum. Vav adının verildiği tablo durdurdu beni. Resmin göbeğinde iri bir vav harfi.
Anne karnındaki ceninin haline benziyor Arap alfabesinde kullanılan vav. Tarlada eğilmiş çapa yapan ırgata. Secdeye varmış dua eden insana. Allahın birliğini temsil ediyor vav harfi.
Kullandığımız alfabede yok vav. Ama devletin ve büyüklerin önünde eğilmekten kamburu çıkmış, Allah için günde beş vakit secde eden, aşk için gözü kapalı cinayet işleyen “bizi” hâlâ en güzel o anlatıyor sanki.
Dimdik durmaya çalışsa da boynu bükük bir vav harfi.
Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (14 Şubat 2014)