“Edebiyat Ne İşe Yarar?” bir kitabın adı. Rita Felski’nin kitabının üzerinden ikinci kez geçerken denk geliyorum “Son Kadeh”e. “Bu gecenin yıldızı yok, rüyası yok ve hatta bir fırtına tehdidi dahi yok.” cümlesini okurken gökten usulca yağıyor kar. Bir kadının ruhundaki derin sarhoşluğun kelimeleri yüz yıl öncesinden gelip öylece duruyor. “Ruh sarhoşluğu” olarak tanımlıyor yazar durumu. “Son sevdamızdı bu bizim, sevgilim, son kadehimiz…” diyor, “Onunla sarhoş olacaktık ağır ağır, letafet ve güzellikle. Günbatımının, biz onun her saniye sönmesini bekliyor, hatta çoktan sönmüş olduğunu düşünüyorken, gökkubbenin üstünde, sürpriz parıldamalar ve rengârenk ışıklar içinde ertelenmesi gibi…”
Kitaplığımdaki kitaplara dalıyorum. Yağan karın beyazlığı havayı da yumuşatıyor içindeki fırtınayı da. Zaman, diyorum, ne çok şey, hiç geçmemiş gibi, diyorum, hiç yaşanmamış gibi… “Bu kitabı sana ithaf ediyorum uzaklardaki sevgili dostum benim.” diye başlıyor kitap. “Seninle karşılaştığımda her şey karanlık ve ümitsizlikti benim için. Sen samimi ve tatlı tebessümünle bu karanlığı hafiflettin.”
Zabel Yesayan’ın ismine kitaplığımızda duran diğer kitabından aşinaydım. Ancak “Son Kadeh”i elime almaya, hakkında yazılmış güzel bir yazı vesile oldu. Aras Yayıncılık tarafından okurla buluşturulan kitabı Ermeniceden çeviren ise Mehmet Fatih Uslu. (Zamanın ruhunu hissettirmesi açısından çok kıymetli bulduğumu söylemeliyim kelime seçimlerini…)
Işıldayan bir saadetin hikâyesi
Kitabı “uzun bir mektup” olarak okuyorsunuz. Bir kadının -zamanına göre oldukça cesur- satırlarını okumakla kalmıyor, aynı zamanda duyuyorsunuz. “Çoğunlukla yazarlar yalnız talihsizliği, sıkıntıyı, felaket sahnelerini, hayatın korkunç anlarını anlatmaya layık bulurlar. Sanki ışıldayan bir saadetin kendi hikâyesi yoktur, sanki hayatın en tatlı anları değerden mahrumdur. Lakin kabul görmüş âdetlerden bana ne, edebi metotlardan bana ne? Ben kalbimi ifade etmek istiyorum, saadetimin şarkısını söylemek istiyorum, ben sadece senin için yazıyorum, sevgilim…”
Kitabın yazılma gerekçesi şu cümle sanki: “Bana, ‘Senin ruhunu tanımak istiyorum.’ dedin.” Mikael Hovsepyan’la evli Adrine’nin Arşag Seropyan’a yazdığı satırlar… “Ve o an senin adın, zihnimde bu bahar rüyasına karıştı.” dediği o an’a siz de sürükleniyorsunuz okurken. “Bir rüya gibi, bir hazine gibi taşıyorum senin hatıranı ruhumda ve sen varlığımın hükümran ve merkezi fikri, hareket geçiren nedenisin.” diyen o kadını anlamaya çalışıyorsunuz, içinde kopan fırtınaları hissetmeye… “Seni kabul etmek için genişçe açılan o ruhun nur gibi temiz ve berrak olmasını ve hiçbir gölgenin, hiçbir kara noktanın onun parlaklığını lekelememesini isterdim. Fakat günah insanın alın yazısıdır.”
“Ruhum, ruhunu hissetti…”
Bir metni “sahici” kılan, onun yaşanmışlığı ya da yaşanmış olma ihtimali midir? (Her okurun cevabı ayrıdır bu soruya, bilirim.) Ancak insanın “insan” olduğu gerçeğini bir kez daha fark ediyorsunuz “Son Kadeh”i okurken. Verdiği sözden geri dönmeyen ve sadık bir hayat sürmeyi tercih eden o kadının, yaz(g)ısını olduğu gibi kabullenişini de… “Sen böyle seçilmişlerdensin sevgilim, Tanrı’nın dokunuşunu kabul etmişlerdensin. Ruhum, ruhunu hissetti, onunla kardeş oldu ve onun içindir ki seni bu kadar derin, bu kadar beklenmedik bir hal ile sevdim.”
“Son Kadeh”i okurken, sadece bir kadının sevdiği adama yazdığı o uzun mektubu okumuyorsunuz; aynı zamanda bir topluma/topluluğa/aileye/bireye dair şahitlikte de bulunuyorsunuz. Bundan bir asır önce toplumun bazı olaylara “bakış”ını görüyorsunuz. Engellere rağmen yaşanılan -kaçınılmaz- bir çekimin insan ruhunu nasıl kasıp kavurduğunu da… Açık yüreklilikle duygularını yazan bir kadının, yazdıklarıyla yüz yıl sonraya nasıl kaldığını düşünüyorsunuz. “Ne kadar da mükemmelen ve koşulsuz seviyorum seni. Ruhum seni hatırladığım herhangi bir anda titriyor ve mucizevi romanımı bütünüyle yeniden yaşıyorum ve sadece geçmişten ve şimdiden geçmiyor, seninle beraber muhayyilemin kanatlarıyla istikbalin uzak hudutlarına kadar gidiyorum. Sen varsın, ruhuma sinmişsin şimdi ve daima.”
Hikâyenin “doğruluğu”
Çağına, toplumuna, hatta kişisine göre değişebilir bir hikâyenin “doğruluğu”… Yazılanları, yazıldıkları dönemin koşullarına göre değerlendirmeli derim. Yaşayanı da yaşanılanı da anlamak için… Bir asır öncesinin ortamını hayal etmekle işe başlayabiliriz mesela. “Asla unutmamalı ki, ruhumuz üzerindeki iktidarımız yoktur ve o bizim irademizin haricinde kalan sebeplerle dalgalanır. Ve işte bu yüzden birbirimizi yargılamamız ve birbirimiz karşısında hudutsuzca ve samimiyetle müsamahakâr olmamız gerekir.”
Sahi, “Edebiyat Ne İşe Yarar?” desem… Şu satırları anlamak; “Sanki çok parlak bir güneş sökün etti hayatımın ufkunda ve tüm sisler, tüm bulutlar dağıldı. Ve ben işte onun ışık huzmelerinin envai çeşit oyununa hayran olmuş ve bundan hayrete düşmüş bir halde bakıyorum ve mutluyum. Ruhum heyecanlarla ve tatlı hercümerçlerle dolu, hiçbir izahın anlatmaya yetmeyeceği ölçüde mutluyum.” demek için mi…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (2 Ocak 2019)