Romanlarda hoşunuza giden metinlerin altını çizer misin? Böyle çalışkan bir okuma biçimi insanı metinden uzaklaştırır diye düşünürüm. Benim için bir roman iyi ve kötü bölümleriyle bir bütün oldu hep. O sebeple altı çizilsin diye yazılmış sözleri altını çizmeden fil hafızamın güvencesine verdim. Bunun kaçınılmaz sonucuna da katladım: Bir romanın konusu, kurgusu ve iklimini çok iyi hatırlasam da eninde sonunda yaptığım şey; aklımdaki hikayeyi ister istemez değiştirmekten ibaret. Çünkü insan bir şeyi, ancak kendi zihinsel kalıbına dökebilir. Okuduğun metni de zaman geçtikçe kendi metnin haline gelir. Bu Karamazov Kardeşler’den hangisinin rahip, hangisinin çapkın, hangisinin katil olduğunu karıştırmak gibi basit bir değişim de olmaz. O romanı yeniden zihninde yazmaya başlarsın; artık Karamazov Kardeşler Dostoyevski‘nin değil senin romanın olur. Ve yaratıcı yazarlığın ilk adımlarını atarsın.
Bugün kitaplığıma bakıp seçeceğim romanlardaki aşk bölümlerini bulmaya ilişkin çabanın yaratıcı yazarlıkla ilgisi çok olsa da gerçekte bunun cam kırıklarını yutmaya çabalamak gibi kanlı bir eylemden farkı yok. Ne de olsa aşka ilişkin bir ifade eğer bir roman cümlesine dönüşüyorsa, ardında mutlaka büyük bir acı vardır. Hele ki bunu değiştiren zihnim kendi kişisel acılarını işin içine kattığında bakalım ne olacak? Romanları ne kadar hatırlayabildiğime ilişkin bir çabayı, onlarda aşka dair karşıma çıkan ilk bölümleri okuyup üzerinde yazmaya dair bir kaosa dönüştürebilir miyim diye düşündüm. Ve sırasıyla şunları yazdım:
Sevgililerin en küçüğü, en ateşlisi
“Biliyor musun seni korkunç özledim Lolita.”
“Ben özlemedim. Doğrusunu istersen seni iğrenç biçimde aldattım. Ama fark etmez çünkü sen de beni sevmiyorsun artık. Annemden daha çok hızlı sürüyorsunuz arabayı beyefendi.”
Saatte yetmiş kilometrelik gözü kara hızımı gözü yarı yarıya kara elli kilometreye düşürdüm.
“Seni sevmediğimi nereden çıkarttın Lolita?”
“Eh daha beni öpmedin, öptün mü?”
İçten içe ölerek, gebererek, içimden inleyerek önümde uzanıp giden oldukça geniş otoyolu görmemle sarsıla sarsıla otları boylamam bir oldu. Unutmayınız ki sadece bir çocuk, sadece bir çocuk.”
Lolita’yı her hatırlayışım Vladimir Nabokov’a yapılan haksızlığı düşünüp, üzülmeme sebep oluyor. Edebi türler üzerine denemeleri olan, üniversitelerde hocalık yapıp edebiyatçılar yetiştiren bir konu ve kurgu uzmanı Nabakov, hep bu romanının gölgesinde kaldı. Henüz ergenliğin ilk çağındaki çocuk olan üvey kızı Lolita’ya aşık Humbert’in şehvetle başlayıp, çaresizlikle sonlanan hikayesi çocuğa aşık olma, çocukla sevişme ikonlarının arkasında bıraktı Nabakov’u. İşe bak ki, romanın Lolita’nın iniltili, sancılı cinsellik bölümleri dışında Humbert’in çaresizliğine dayanan kısmına rastladı. Bu da edebiyat Tanrı’sının kozmik şakası olsa gerek: Diyor ki, ‘Nabakov’un başka romanları da var. Onu Lolita’dan ibaret sanmayın. Yine de o kasıklarınızın ağrısı olsun…’
Ne ürkünç maskedir zamirler
Charles bir daha Sarah’ı hiç görmemeliydi. Gene de fahişe Sarah, Charles’in aklına öbürkünün eşitsizliğini, tekinliğini mi getirmişti nedir? Kendince ve en garip şekilde nasıl keskin görüşlü ve duygulu bir kızdı. Yaptığı gaftan sonra söylediği bazı şeyler, insanın aklından çıkmıyordu. Genç adam batıya doğru yaptığı uzun yolculuk boyunca hep Sarah’ı düşündü, anımsayama düşünmek diyebilirsek. Onu en ileri bir kliniğe kapatmanın bile bir ihanet sayılacağına Charles inanıyordu. ‘O’ deyip geçiyoruz ama zamirler insanın icat ettiği en ürkünç maskelerden biridir. Charles de ‘o’ derken derin, koygun gözler ve insanı delip geçen bakışlar görüyordu. Şakağın üstüne düşmüş bir büklüm saç, kıvrak bir yürüyüş uyuyan bir yüz…
1950’li yıllarda roman için teknik özellikler artık yerine yenisi konamaz denli eskimiş ve edebiyatla uğraşmak 2. Dünya Savaşı’ndan yorgun çıkmış Avrupalı yazarlar için hiçliğe dönüşmüşken, yer küre bir anda büyük bir gürültüye sallandı. Kimi yazarlar neden 19’uncu yüz yıl klasikleriyle 20’inci yüz yılın düşüncelerini bir araya getiren metinler yazmayalım ki dediler. Buna cesaret edenlerin en yeteneklileri arasında Jhon Fowles vardı. Ve günümüzün İngiliz sosyal yaşamında adı geçmese de, 1850’lerin tutucu İngiltere’sindeki bir kadının aşk oyunlarıyla yaşadığı felaketi yazmak istedi. Fransız Teğmen’in Kadını adlı romanı güçlü yapan, Fowles’in ahlakçılığa vurduğu darbe değil, romanın yarısında ‘Bu roman bitti ama biz devam ettiğini varsayalım’ ifadesiyle modern edebiyata yaptığı katkıydı. Ne yazık ki bugün bu roman da okuma listeleri içinde sayılmıyor ve iyi ölüler mezarlığına gömüldü…
Bu bendeki aşk olmasa
Budalanın biri olmasaydım en iyi, en mutlu yaşamı sürebilirdim. Bir insanın ruhunu eğlendirmek için şimdi içinde bulunduğum güzel koşullar kolay kolay bir araya gelmez. Ah, şu öyle kesin, kalbimiz mutluluğunu yalnız kendisi yapar. Sevimli ailenin bir üyesi olarak ihtiyar tarafından bir oğul gibi sevilmek, küçükler tarafından bir baba gibi ve Lotte tarafından. Sonra huysuz bir densizlikle mutluluğumu hiç bozmayan açık yürekli Albert, beni candan bir dostlukla saran. Lotte’den sonra dünyada en sevdiği kişi olduğum Wilhelm, gezintiye çıkıp dünyada bu ilişkiden daha gülünç bir şey bulunamamıştır yine de bu yüzden sık sık gözlerim yaşla doluyor.
Başınıza kaç kez geldi bilmem ama beyninizi ve ruhunuzu melankoliyle dolduran tek şey platonik bir aşktır. Üstelik platonik aşkınızın nefesi yüzünüze çarpacak kadar yakınınızda ve dokunamayacağınız kadar uzağınızdaysa, intihar yöntemleri üzerinde düşünmek kadar umut verici bir şey olamaz sizin için. Johann Wolfgang von Goethe Genç Werther’in Acıları romanında bu bölümde aşkın sırrını veriyor. Edebiyat Tanrı’sının kozmik şakasına bak ki o romanı okurken altını çizebileceğim tek yeri karşıma çıkarttı. Kalbimiz mutluluğunu yalnızca kendisi yapar. Aşkın karşındaki insana yüklendiğin anlam olduğunu, insanın aşkı kendisinin ürettiğini isterse yani karşılık bulmuyorsa vazgeçebileceğini anlatmanın en edebi halini ortaya koymuş Goethe. Ama romanı bir kadının omuzlarını görünce ona aşık olabilen, cinsel açlığın kendisine bunu yaptırdığı bir gencin melankoli defteri diye okumayı seçiyoruz. Büyük bir ayıp ediyoruz. Bir anlamda Goethe, Aşık Veysel’in ‘Güzelliğin on para etmez. Bu bendeki aşk olmasa‘ dizesini bir yüz yıl önce yazmış o kadar. Aşık Veysel demişken: Eşi Esma, köyden bir erkekle kör Veysel’i terk ettiğinde, iyice uzaklaştıktan sonra çizmesinin kendisini rahatsız ettiğini fark eder. Esma Hanım, bir yerde durup çizmesini çıkarttığında içinden bir tomar para ve bir de Aşık Veysel’in şu notu düşer ‘Gittiğin yerlerde kimseye muhtaç kalmayasın…’
Dost kalmayacaksan sevme
“Benim fikrimce aşk diye ayrı, mücerret bir mefhum yoktu. İnsanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı. Kadınla erkek arasındaki sevgiye hakiki ismini vermemek bir nevi kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildi.
O zaman Maria şahadet parmağını sallayarak gülüyor:
“Hayır dostum, hayır” diyordu “Aşk hiç de sizin söylediğiniz gibi basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki, nereden geldiğini bilmediğimiz gibi, günün birinde nereye kaçıp gittiğini de bilmeyiz. Halbuki arkadaşlık devamlıdır ve anlaşmaya bağlıdır. Nasıl başladığını gösterebilir ve bozulursa bunun sebeplerini tahlil edebiliriz. Aşka girmeyen şey ise tahlildir. Sonra düşünün, dünyada hepimizin hoşlandığımız birçok kimseler var. Benim hakikaten sevdiğim birçok dostlarım vardır. Şimdi ben bütün bu insanlar aşık mıyım?”
Ben fikrimde ısrar ederek:
“Evet” demiştim “En çok sevdiğinize hakikaten ve diğerlerine birer parça aşıksınız.”
Raif Efendi ile Maria Puder’in aşka ilişkin bu çatışması Kürk Mantolu Madonna’nın en ıskalanmış bölümü olabilir. Çünkü Maria, aşkı tutkulu bir ateşe benzetip tutku sürdükçe iki tarafın yandığına inanırken, Raif Efendi ise eninde sonunda bu ateşin söneceğine dair düşüncesini koruyor. Ve deli gibi korkuyor. Çünkü aşk bitince dost kalmak istiyor ve buna da aşk anlamı yüklüyor. Oysaki Raif Efendi, bugün sen yanıldın. Senin dünyanın yavaşlığı bugün nostaljik bir melankoli ürünü. Her şey çok hızlı ve acımasızca tüketilmezse, yaşanmış sayılmıyor günümüzde. Yani çok okunuyor ama hiç anlaşılmıyorsunuz.
Lolita’da aceleci bir sevdanın yani doğru kişiyi sevmemenin dertleri, Fransız Teğmenin Kadını’nda aşkı unutmanın mümkün olmadığı, Genç Werther’in Acıları’nda aşk olgusunu kişinin kendisinin yarattığı, Kürk Mantolu Madonna’da ise sonu dostluğa evirilmeyen sevginin aşk olmadığı bölümleri ‘tesadüfen’ çıktı karşıma. Galiba bir de Cengiz Aytmatov’dan Selvi Boylum Al Yazmalım’ı da okumak gerekiyordu:
“Aşk neydi… Aşk emekti.”
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (12 Mart 2018)