“Gülgün asla göğe bakmazdı.”
Dikilmek, dikleşmek, yükselmek, yani göksellik, yani yukarıdan aşağıya bakış, aşağıdakileri küçük görmek… Hiçbiri Gülgün’e göre değil, hiçbiri Gülgün için, bu dünya için, bu eril eşitsiz toplumsal düzen için, fallus’un iktidarı için hayırlı hayaller değil. Gülgün, bir köylü kızı, karnı doysun, rahat etsin diye İstanbul’daki hali vakti yerinde bir ailenin, Mübeccelgillerin hanesine evlatlık verilmiş, daha doğrusu ücretsiz hizmetçi edinmek niyetiyle eve alınmış biri. Gülgün bile değil, Fatma. Sonradan görme üvey ailesinin lüks evinde bu isimle çağrılsa da, o kendini Gülgün olarak görmekten ve tanıtmaktan vazgeçmiyor. Komşu evlerdeki kadınların dedikodularında ve cinsel açlıklarına kelimelerle tatmin arayan erkeklerin arasında geçen bir ismi daha var: Lıgırdadzı. Yani, sürtük.
Gülgün yahut Fatma yahut sürtük. Kelimeler bazen tam da istedikleri anlama geliyor Albayım! Fatma dediğimde mesela, Anadolu’dan İstanbul’a yol alan bir trenin vagonunda, gözlerinden sessizce yaşlar akan bir kadının yanı başındaki, dünyadan habersiz küçük köylü çocuğu geliyor aklıma. Sözde evlat Fatma; üvey abisi şımarık, ukala, alaycı Erol’un her fırsatta küçümsediği, aşağıladığı Fatma; onu durmadan azarlayan, yaptığı hiçbir şeyden memnun olmayan huysuz, suratsız üvey annesi Mübeccel’in ezdiği Fatma; para ve itibar kazanmak uğruna her türlü kaypaklığı, yalakalığı yapan üvey babası Osman Bey’in, evdeki varlığının farkına varmaya bile tenezzül etmediği Fatma; onu hem saplantı düzeyinde arzulayan, hem de ondan nefret eden kasap, Sivaslı Kara Ali’nin sokakta çarşıda peşine takılıp laf attığı Fatma. Sonra Gülgün; diri, taze, köylü vücudunu ayna karşısında inceleyip hayran olan Gülgün; erkeklerin arkasından ettiği edepsiz lafları duymayı kaçırmayan Gülgün; öğretmen bellediği, onun sayesinde günün modasını takip ettiği, erkeklerin neyi güzel bulduğunu öğrendiği Seksapel dergisinin güzellerinden biri olmayı hayal eden Gülgün; içten içe Erol’un onu güzel bulmasını isteyen Gülgün; Mübeccel’e diklenmeyi, onu kıskançlıktan çatlatmayı, evlatlık verildiği evi terk edip gitmeyi hep düşleyen ama gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen Gülgün; kasap Ali’nin ona tutkusundan hem hoşlanan hem bundan tiksinen Gülgün; kendisine Fatma dediği için küçücük bir çocuğa bile kızan Gülgün. Sürtük mü? Sürtük hem Fatma, hem Gülgün; ne Fatma ne Gülgün.
Romanın yazarı Zaven Biberyan gibi biz de Gülgün diyeceğiz ona. Ve anlamaya çalışacağız onu, erkek arzularının ortasında kendi varoluşuna anlam katmaya çalışırken, kendine bir kimlik inşa ederken, erişkinliğe henüz ulaşmış bedenindeki ateşi anlamaya çabalarken, hayalleri, umutları, öfkeleri, istekleri onu bazen fırtınalı asi bir denize döndürürken, bazense karamsarlık ve yalnızlık içinde dalıp giderken… En çok kadınlığı, güzelliği, diri ve sert memeleri bela olacak ona, memelerinin sertliği, dikliği fallusa meydan okuyacak, eril düzenin huzurunu kaçıracak, zapt edilmesi, zincirlenmesi gerekecek. Bir gün sokakta biri Gülgün’ün memelerine hayran kalıp laf atınca Mübeccel uyanacak, ertesi günden tezi yok Mahmutpaşa’ya gidip Gülgün’ün sert, dik memelerini ezen kalın patiskadan sutyenler satın alacak. Zira memeler göğe bakmayacak, Gülgün göğe bakmayacak.
Her şeye rağmen, ataerk tüm ahlak aygıtlarını kullanmasına rağmen, fallik makinenin ona kendi arzularını küçümseyerek saldıran Gülgün’ü içine alma gayretlerine rağmen o, “çok kaşınacak” ve “pek azacak”. Mahallede olan bitene meraklı komşu kadınlar, Gülgün’ün katledilmesinin ardından olayı böyle yorumlayacaklar, azmış ve kaşınmış bir genç kadının bu adil dünyada cezasını bulacağına bir kez daha inanarak yüreklerine su serpecekler. “…sadece tuvalet değiştirmek her gece, dansa gitmek, gezmeye gitmek, Allahın günü başka bir oğlanla, herkesi bir bakışta ezmek, herkesi önünde diz çökmüş görmek ve kahkahayı basmak, filmlerde havada uçuşan periler gibi eteklerini savura savura kaçıp gitmek.” Gülgün’ün bu hayalleri sivri, soğuk metal tarafından kesilecek, parçalanacak, doğranacak. Eril arzunun bıçağı önce memesine saplanacak ve «patlayan bir top gibi» çökecek meme. Sonra diğer memesine, sonra boynuna, midesine, karnına… Böylece fallus kendisi gibi sertleşme, dikleşme cüretini göstereni yok edip, göklerin tek hakimi olmayı sürdürecek.
Söylemeden geçmeyelim. Yalnızlar‘da sadece Gülgün’ün hikayesi olduğu sanılmasın. 1950’lerde geçen hikayenin bir bölümünü de Ermeni bir anne ve oğulun çatışmalı ilişkisine ayıran Biberyan, kadının ve erkeğin ruhuna derinden temas etmeyi başaran İstanbullu usta bir edebiyatçı olarak, aynı zamanda 1915 olaylarına da ince göndermeler yapmaktan çekinmiyor. Bir grup Türk gencin Ermeni olan bir başka genci ıssız bir sokakta sıkıştırıp darp etmeleri ve ölümüne sebep olmaları, ardından bu olayın bedelinden sıyrılmak adına Türklüğe hakaret edildiği bahanesine sığınmaları, hem 1915 olaylarına hem de günümüz Ermenilerine yönelik toplumsal ve hukuksal algıyı net olarak okura hissettiriyor. Romanını Ermenice yazan Biberyan’ın daha sonra kendi kitabını Türkçeye yine kendisinin çevirmiş olmasında da düşündürücü çok yan var. Ne yazık ki uzun süre çoğumuzun gözünden kaçmış ya da kaçırılmış olan Zaven Biberyan’ı, şimdi hatırlama ve okuma vakti.
Çağlar Solak – edebiyathaber.net (19 Kasım 2015)