Ellerini sıkılgan bir tavırla masaya koydu. Onları koyması gereken yeri hiç bilemezdi zaten. Biri görgüsüzlüktür, koyma öyle masaya demişti, ama şimdi bunu düşünecek hâli yoktu. Dışarıda yağmur yağıyordu. Göz ucuyla camdan dışarıya bakınca, bulutların ağırlığı altında ezilmiş çatısız gecekonduları gördü. Sonra çamaşır ipinde sırılsıklam olmuş mavi bir çocuk pijamasını fark etti. Oğlan herhalde dedi, içi burkuldu. Aklı duygularına karışmış halde bir an karşıdaki eve gitti, tekrar masaya döndü.
Oturdukları odanın havası bitip tükenmişti sanki. Derin bir nefes almak istedi, karşısındaki iri yarı, sinirden mosmor olmuş adamla göz göze gelince içindeki nefesi bırakmaya bile cesaret edemedi. Nefesini tuttu, bir eliyle de sıkı sıkı kırmızı elbisesinin eteğini avuçladı. Ne tuhaf diye düşündü. Sevdiği adam, onunla konuşmaya tenezzül etmemiş, şoförünün evine çağırtmıştı. Olsun dedi, olsun.
Adam yorgundu. Hem kendi hem de başkalarının derdinden. Üzerinde eğreti duran, taşıdığı yükten ezik, omuzları yamalı eski siyah bir ceket vardı. Onun da nasır bağlamış, derisi çorak topraklar gibi çatlak, kapkara elleri masada duruyordu. Bir an elini ıslanmış bıyıklarına götürdü, yüzü kızarmış kadına baktı. Kadın dayanamadı, içinde tuttuğu nefesi bir anda bıraktı, derin bir oh çekti. Yağmur daha da hızlanmıştı. Odadaki sessizliği bozmak ister gibiydi. Pencere yerinden sarsılıyordu.
Masaya, tam adamla kadının ellerinin arasına bir yağmur damlası düştü, sonra bir damla daha derken yağmur damlaları ince bir sicim olup aktı. O ana kadar yerde oturan küçük kızı kimse görmemişti. Kız hızla kalktı, bir plastik kap getirdi, masaya koydu. Sonra seyirlik yerine oturdu, eski halini aldı.
Kadın elini suya doğru uzattı; içi titredi. “Yağmurun güzelliği toprağa bıraktığı kokudan bellidir” dedi. Adam gözlerini kadının üzerine devirdi, bakışları sertleşti. Her şey bir yana bir de bu kadınla havadan sudan mı bahsedecekti yani. Oysa kadın, karşısında istediği adam olmasa da, onun ağzından çıkacak bir sözü bekliyordu. Asırlardır orada otuyor gibiydi. Ayakları uyuştu. Yağmur yağmasa kalkıp gidecekti, korktu gidemedi. Adamın gözlerine bir sorunun cevabını arar gibi baktı. Adamsa, gözlerini kadından ayırdı, yerde oturan meraklı kıza yöneldi.
-Bize su getir, Pembe, dedi.
Kız gidince çatlamış ellerini pantolonunun cebine götürdü, bir tomar para çıkardı. Sonra elleriyle diğer ceplerini yokladı, hepsini çıkarmaya gerek yoktu. Zaten yeterince sıkıntı çekiyordu. Bu parada onun da hakkı vardı. Kadını, patronunun elinin kirini, aklamaya getirmişti evine. Her şeyin bir bedeli vardı.
Paraları tek tek saymaya başladı. Sayarken, yanıldı bir daha saydı. Kadına ne kadar vereceğini bilemedi, bir daha saydı. Elindekileri işaret ederek,
-Patron, sana gönderdi. İşine yarar bu kadarı. Beni bir daha aramasın! dedi. Aklın varsa parayı alır onu bir daha aramazsın.
Kadın bir an ne olduğunu anlamadı. İçindekiler düğüm oldu, boğazından ağzına boşaldı, dişlerinin arasına saklandı. Sonra gözlerinin önünden sicim gibi sular aktı, ağzına kadar dolmuş plastik kaba boşaldı.
Kadın, birden irkilip korkaklığını üzerinden sıyırdı, masaya bıraktı. Sessizliği yırtıp, ardına kadar açtığı kapıdan sokağa fırladı. Yağmur hâlâ yağıyordu. Masada plastik bir kap, para ve kadının korkaklığı kaldı.
Kadın, ıslak saçlarına ve incecik kırmızı elbisesine aldırmadan buz gibi havada derin bir nefes aldı, içinde tuttu. Sonra aniden bırakıp, bir oh çekti. Elbisesinin uçları suyun içine gömülmüştü. Lastik ayakkabıları yürüdükçe gıcırdıyordu. Zaten ayağına büyüktü, ha böyle ha çıplak deyip ayakkabıyı ayağından çıkardı. Evinin olduğu sokağa geldiğinde hemen eve girmedi. Adımlarını ağırlaştırdı. Durup, başını göğe doğru kaldırdı, yağmur dinmişti. Ama bulutlar hâlâ yükünü taşıyordu. Yine yağacak, yükünden kurtulacak dedi. Yerde, yüzünün aksinin canlandığı yağmur suyuna baktı. Gözlerinin altındaki morluklar bu çamurlu suda bile belli oluyordu. İçindeki bulanıklığı suya bıraktı, başının üstünde gezen şu kapkara bulut gibi o da yükünden arınacaktı.
Evde kimsenin olmadığından emin olmak için birkaç kez evin etrafını dolaştı. Sokağın başından girdi sonuna geldiğinde tekrar başına doğru yürüdü. Bunu belki on kez tekrar etti. Köşedeki bakkala girdi.
-Hayri, Telefon edeceğim.
-Gel, abla. Aman be abla ne çok ıslanmışsın böyle. Otursana, biraz. Bir havlu vereyim sana. Biraz da çay demlemiştim. İç, ısınırsın.
-Yok, telefon nerdeydi?
-Sizin telefon bozuk mu?
Yok, faturayı geciktirmişiz de. Kestiler.
-İşten çıkmışsın ha, abla? İş lazımsa bulurum ben sana.
-Yok, lazım değildir.
Kadın, aceleyle evlerinin numarasını çevirdi. İçine hafif bir ferahlık çöktü, farkında olmadan gülümsedi. “Gitmişler” dedi mırıldanarak.
-Kim dedin abla? Sizinkiler sabahtan çıkmışlardı. Onları aradıysan daha gelmezler bence. Baban yeni bir oyuna sarmış, zor kalkar başından. Annen de iştedir herhalde ha? Abla, cebi arıyorsan çok yazar ha. Baştan söyleyeyim de itiraz etme.
Kadın, çırağın sorularına cevap vermeden, biraz da sinirli, bakkaldan çıktı. Adımlarını hızlandırdı. Elleri titriyordu, kapının kilidini bir iki deneme sonra tutturdu, kapıyı sessizce araladı, eve girdi. Tek tek odaları kontrol etti. Yürürken, halıda bıraktığı çamur izlerine birkaç kez baktı. Ardından geliyordu.
Evde kimsenin olmadığına iyice emin olunca banyoya girdi, kapıyı kilitleyip küvete oturdu. Derin bir nefes daha aldı, bu defa içinde tutmadan hemen bıraktı. Suyu açtı, küveti ağzına kadar doldurdu. Buz gibiydi su, hissetmedi.
“Seni Kâbil tohumu” dedi hırsla, gözlerindeki yaşlar küvete akıyordu. Kesik kesik hıçkırdı. İçindeki yükü bir seferde tükürdü, arındı. Kıpkırmızı olmuş küvetin içindeydi hâlâ. Bir süre çıkamadı, bilinçsiz orada kaldı. Neden sonra, küvetin kenarından tutunarak ayağa kalkmaya çalıştı, başının dönmesine aldırmadan silkindi. Suyu boşalttı, elbiselerini yıkadı. Ellerine baktı sonra, bu elleri parçalamalı, kırk hamamda yıkamalıydı. İçinde hiç durmayacak bir yağmur başladı.