
Aslıhan Güven’in Kelebeğin Döngüsü adlı romanı geçtiğimiz günlerde Doğan Solibri Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son romanı ve yazarlık tecrübesi üzerine konuştuk.
1.Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bir doktor olarak edebiyata yönelmenizin özel bir sebebi var mı?
Bundan yaklaşık yedi yıl önce, mesleğimi severek yapan bir dermatoloji hekimi olmama rağmen hayatımın monotonlaştığını hissettim. Yazarak yaratmayı, hayatımı daha üretken ve anlamlı kılmayı ihtiyaç hissetmemle yazarlık serüvenim şekillenmeye başladı. Tıpta yaratıcılıktan daha çok ‘analiz-uygulama’ ön plandadır. Öğrendiğinizi, bilginizi ve tecrübenizi hastanızı tedavi ederken en doğru biçimde kullanırsınız. Tıp bir uygulama mesleğidir: Daha çok analitik sol beyniniz çalışır. Sağ beynimin ‘yaratıcılıkla var olma’ kısmını keyifle kullanabileceğim alanının ‘yazarlık’ olduğuna karar verdim. İyi bir yazar olmak için hem sağ hem de sol beynin koordine çalışması önemlidir. Bu nedenle doktor olmamın, yazarlık kariyerim açısından da bir avantaj olduğunu düşünüyorum… Böylelikle, çocukluktan sevdalı olduğum ‘yazma eylemini” profesyonelliğe taşıyan döngüm başlamış oldu.
2. Kelebeğin Döngüsü romanında kelebek metaforu oldukça güçlü bir şekilde kullanılıyor. Kelebek burada dönüşüm, kırılganlık veya özgürlük gibi birçok anlama gelebilir. Sizin için kelebek neyi temsil ediyor?
‘Kelebek’ benim için; devinimin, dönüşümün, kabuğunu kırarak özgürleşmenin sembolüdür. Kelebeğin devinimi gibi insan ruhunun da dönüşümü kaçınılmazdır. Kelebeğin Döngüsü bir devinimi, bir dönüşümü hatta en basit fizyolojik anlamıyla, tırtıldan muhteşem bir kelebeğin oluştuğu gerçeğini vurguluyor. Romanda ana karakterlerin dönüşümünün yanı sıra ülkemizin de içinde bulunduğu durumdan daha özgür, daha demokratik bir yapıya dönüşmesinin umudu da yeşeriyor. Kelebeğin Döngüsü bu dönüşümün sonunda “her şeyin çok güzel olabileceği” fikrini aşılıyor bize.
Yediden yetmişe toplumumuzun genetik kodlarına kitlesel biçimde işlemiş olan; bireysellik, yalnızlaşma, topluma yabancılaşma, haksızlıklara karşı tepkisizlik ve tümden sinmişlik hâlimizin nedenleriyle yüzleşmek, üzerimizdeki ölü toprağını atarak kabuğumuzu kırmak, hem bireysel hayatlarımızda hem de canım Türkiye’min daha güzel, daha mutlu yarınlarını görebilmek adına umutla dolup taşmak için Kelebeğin Döngüsü romanı; özgürlüğe, barışa, umuda giden yolda bir simge olduğunu düşünüyorum. Kelebeğin Döngüsü sadece 80’lerde olup biteni anlatan bir ‘dönem romanı’ değildir: Canlı gibi hissettiren karakterlerin üzerinde esen sert rüzgârlarla, günümüzde ve yakın dönemlerde yaşanan bireysel ve toplumsal travmalarımızın anlaşılabilmesini, neden sonuç ilişkilerine bakabilmeyi sağlayan ve en önemlisi de bunu yaparken; üstümüze umut dolu, aydınlık, mavi, güneşli bir gökyüzü taşıyan bir romandır.
3. Kelebeğin Döngüsü romanın başkarakteri (veya karakterleri) oldukça derin ve katmanlı. Onları oluştururken özellikle hangi psikolojik veya toplumsal dinamiklerden ilham aldınız?

Romanı yazarken; içlerinde kendimi de sayabileceğim, 80 darbesi döneminde çocuk olanlar ve 80 darbesinde en ağır işkencelere, aşağılanmalara maruz kalmış, sadece barışı savundukları için Barış Derneği davası ile 10 yıllar hapislerde yatıp ama asla barışa, özgürlüğe dair umutlarını yitirmemiş ülkemizin aydınlarından oluşan bir kuşak var. Kelebeğin Döngüsü’ndeki ana karakterimin, çocukluğunu çağırarak babasıyla ve o yıkıcı dönemle yüzleşmesini sağlamak; hem o kara günlerin aydınlık yüzlerine, hem de yarınları yüceltecek sonraki kuşaklara karşı bir sorumluluğumdu. ¨Baksel¨ karakteri kadın erkek günümüz Türkiye’sinde pek çoğumuzu temsil ediyor. Baksel’in babası Hüseyin’in temsil ettiği -deyim yerindeyse- 68 kuşağının; bireysellik, benmerkezci, toplumsal sorunlara karşı duyarsız, vurdumduymaz bir tavrı yoktu. Bu kuşak siyasi görüşleri ne olursa olsun; idealleri, fikirleri ile ön planda olmayı isteyen, mücadeleci ruhlu, toplum yararına çalışmayı kendilerine ilke edinmiş insanlardan oluşmaktaydı. Baksel’in temsil ettiği ikinci kuşak ise çocukluk yıllarından sonra, Özal dönemiyle başkalaşmış bir Türkiye’de büyüyen, pek çoğu arafta kalmış pasif, apolitize, sinmiş, otoriteye boyun eğmeye alışmış insanlardan oluşan bir yapıya sahiptirler. Romanda Baksel ve Harun’la özdeşleşen bu kuşağın; kariyer, sosyo-ekonomik düzey açısından üstün görünen önemli bir bölümü dahi iş, aile ve sosyal yaşamında mutsuzluk yaşıyor ve kendilerini rahatlıkla ciddi bir depresyonun pençesinde bulabiliyorlar. Baksel New York’un en iyi hastanelerinden birinde başarılı bir hekim, güzel bir kadın ve şehrin en lüks semtinde yaşıyor. Ancak aynı zamanda ideallerden yoksun, toplumsal dayanışmadan uzak, amaçsız, aidiyetsiz yalnız bir hayatı var. İç dünyasında sürekli bir rahatsızlık söz konusu çünkü özüne işlemiş, yetiştiği dönemin davranış ve düşünce sistemine sahip. Bu kuşakta, hayatın anlamını sorgulayıp, yaşadığı ruh sızısını teşhis ederek rehabilitasyon için dönüşüme girme yolunu tercih etmek cesaret istiyor. Romanda karakterin farkındalık yaşayıp, içinde bulunduğu durumun sebeplerine yaptığı -çocukluğuna yolculuk- kelebeğe dönüşmesini sağlıyor…
Tüm bunlardan habersiz Y ve Z kuşaklarının üyeleri olan günümüz çocuklarının geleceği ise büyük ölçüde X kuşağının dönüşümünü tamamlamalarına bağlı. Bu nedenle ¨Kelebeğin Döngüsü¨nün üç kuşağa da hitap edecek bir roman olduğunu düşünüyorum.
4. Hikâyede karakterlerin karşılaştıkları olaylar bir döngüye mi işaret ediyor, yoksa onların bireysel değişimini mi vurguluyor? Sizce insanlar gerçekten değişebilir mi, yoksa kader bir şekilde hep aynı noktaya mı sürüklüyor?
Evet hikâyede karakterlerin karşılaştığı olaylar onların bireysel değişimini sağlıyor. Zaten romanda her daim istenen “karakterin dönüşümü” konusudur. Kişilerin kaderleri bireysel çabalarına bağlıdır. Kutsal kitap Kur’an’da dahi bu durum “Biz insanların kaderini gayretlerine bağladık” şeklinde ifade edilmiştir. Dolayısıyla bireylerin zaman içinde aynı kalmamaları değişip dönüşerek kendilerini güncellemeleri esastır. Ancak kişisel gelişim tek başına yeterli değildir. Beraberinde toplumsal gelişimin de sağlanması gereklidir. Toplumsal gelişimin oluşabilmesi için ise maalesef karanlığı göstermeden aydınlığı kavratmaya çalışmak imkansızdır. Bu bir fizik kanunudur. Sosyolojik olayların analizinde de fizik kurallarının geçerliliğine hep inanmışımdır.

Aslında ünlü fizikçi Albert Einstein’ın fizik camiasında büyük takdir toplayan, henüz öğrenciyken hocasının karanlığı tanımlaması sorusu üzerine verdiği ¨Karanlık diye bir şey yoktur. Geçek yaşamda karanlık, ışığın yokluğuna verilen addır¨ yanıtıyla aynı çizgidedir. Romanımda asıl amacım tünelin ucundaki ışığın varlığını sık sık hatırlatmaktı. Karanlığı göstermek, ışığın yokluğunun nelere sebep verdiğini anlatmak açısından kaçınılmazdı. Ülkemizde 19 Mart 2025 tarihinde boy göstermeye başlayan travmatik olaylar gibi 80’lerde yaşanılan üzücü yaşanmışlıklar; demokrasinin, düşünce özgürlüğünün, fikirlerini özgürce savunabilmenin değerini bize bir kere daha hatırlatmıştır. Toplum olarak devrimsel anlamda iyiye, çağdaş medeniyete yönelmemizi sağlamanın; hepimizi etkisi altına almış bu acı yaşanmışlıklara kayıtsız kalmayarak, sindirerek mümkün olabileceğini düşünüyorum. Edebiyatın ve edebiyatçının da bu konuda sorumluluk taşıdığına inanıyorum.
Romandaki ana karakterlerimden biri olan Baksel de 80’leri çocukken yaşayanların pek çoğu gibi; ailesinin başına gelenleri, ülkenin hâlini unutmayı, kaçmayı tercih etti. Bu nedenle aşık olmadığı bir adamla evlenip Amerika’ya gitti. Pısırık, her şeyi sineye çeken, kendini rahat ifade edemeyen, yazmaktan, doğruları savunmaktan kaçan, içimizden biriydi Baksel… Günümüz Türkiye’sinin birer yetişkini olarak yaşayan bu kuşak; zamanında düşünce özgürlüğünü, adaleti, barışı savunanların başlarına neler geldiğini görmüş, acısını hissetmiştir. Çocukken evdeki kitapların sobalarda, termosifonlarda yakıldığını gören, sürekli eve polis gelir mi kaygısıyla yaşanan bir evde büyüyen, makale yazdığı, kitap yazdığı için aydınların, sanatçıların hapise atıldığına şahit olan, hapisten çıkanların tanık olduğu işkence ve kötü muameleler sonucu hayattan koparıldıklarını bilen Baksel’in temsil ettiği kuşağın umutlarını, olası yaratıcılıklarını daha o günlerde bitirmişlerdi. Üniversite mezunu doktor ya da yazar olması fark etmez; ülkesinden, geçmişinden, kendinden kaçan bir kuşak yetişmiştir. Baksel karakterinin “dönüşümü” o yıllarda yaşananları anlamaya çalışarak kendimizle yüzleşmemizi ve barışmamızı sağlayacak, bugün niye bu durumda olduğumuzu analiz etmemiz, yönümüzü doğru belirlemek ve dönüşümümüzü sağlamamız açısından önemlidir. Uzun zamandır tek sesli bir ülkede yaşıyoruz. Birkaç yıl önce, neredeyse yirmi yıl aradan sonra iki siyasetçinin bir açık oturumda buluşması bile olay oldu. Düşünsenize, ülkemizde bunu hiç görmemiş gençler var. Toplumumuzda son dönemlerde pek çok gazetecinin, yazarın, sanatçının, aydının, vatandaşın konuşma, fikirlerini özgürce ifade etme açlığı içinde olduklarını görüyoruz. Artık kimse içine kapanmak, pısırık kalmak, düşünme, konuşma özgürlüğünden yoksun kalmak istemiyor. Bu konuda bir farkındalık yaratılmaya başlandığına inanıyorum. Bu nedenledir ki ‘Kelebeğin Döngüsü’ romanı, ezik ve kaybeden birey-toplum psikolojisinden çıkıp, güzel günler göreceğimize olan inancımızla meşalelerimizi yakıp çok sesli ve barışçıl bir topluma evrileceğimize dair umutlarımızı besliyor.
Romandaki karakterin dönüşümü; yakın tarihimizdeki “Gezi Parkı”, “15 Temmuz” ve hatta geçen haftalarda yaşanmaya başlayan “19 Mart” gibi toplumsal hareketlerin anlaşılması babında önemli bir yer tutmaktadır.
5. Kelebeğin Döngüsü yazım süreci boyunca sizi en çok zorlayan sahne ya da bölüm hangisiydi ve neden?
Yazım sürecinde beni en çok zorlayan; “yanlızca barış” isteyen gazetecilerin, yazarların, İstanbul barosu başkanı, Tabip odası başkanı, akademisyenler, milletvekilleri, şairler, ressamlar gibi ülkenin önde gelen aydınlarının maruz kaldıkları, -günümüzde yaşanan sahnelere çok benzer biçimde- itibarsızlaştıran şafak vakti operasyonlarıyla, çocuklarının gözü önünde gözaltına alınmalarıyla başlayan, “Barış Derneği Davası” kapsamında 10 yıllarca tutuklu bir şekilde ağır psikolojik işkence ve tecrit altında geçen tutukluluk süreçlerini ve uzun hukuk mücadelelerinin sonunda bu aydınların suçsuz bulunarak beraat etmelerini konu alan sahneleri yazmaktı. Vatanını ve barışı seven ve savunan suçsuz insanların, ailelerinin ve çocuklarının hayatlarından çalınan o güzelim yılların hesabının verilmemiş ve verilemeyecek olduğunun bilinciyle bu ağır sahneleri yazmak gerçekten çok zordu ama gerekliydi de…
Bu haksız ve üzücü tablonun bir daha yaşanmaması için; bir kez nasıl yaşandığını, insanların ve ailelerinin hayatına nasıl derin bir darbeler vurduğunu, barışın, ifade özgürlüğünün ne denli önemli olduğunu, umut vadeden bir roman olarak yazmalıydım. Bugün hala günümüz Türkiye’sinde benzer konularda sıkıntılar yaşıyorsak, bu sevimsiz tablonun altında geçmişten alınmayan dersler olması çok acıdır…
6. Yazma rutininiz var mı? Örneğin belirli bir saatte yazmayı mı tercih ediyorsunuz, yoksa ilham geldiğinde mi yazıyorsunuz?
Yazma rutinim yok ancak düşünme rutinim vardır. Romanda en son kaldığım sahnenin neye evrileceğini yazamasam da mutlaka ilk fırsatta düşünürüm. Bazen bu düşünceler; yürüyüş yaparken, araba kullanırken ya da yemek yaparken aklıma gelir. Düşüncelerime odaklanarak fikirlerimi yoğunlaştırıp, derinleştirmeye çalışırım. Böylelikle olay örgüsünde ya da karakterlerin özgünleşmesinde yol alırım. Sonrasında işim kolaylaşır ve uygun herhangi bir ortamda ve saatte duraksamadan yazarım. Hayal ettiğim sahneleri duyularımla yaşayarak yazıyorum. Sahneleri üç boyutlu görselleriyle görerek yazmayı tercih ediyorum. Genellikle atmosfer ve karakterlerin içine girdiğimde yazım sürecinde tıkanma yaşamıyorum.
7. Cevdetgiller’in Cihangir’de geçen çok katmanlı bir hikâye anlatısı var. Bu semti ve karakterlerini oluştururken nelerden ilham aldınız?
Bir insanın diğer insanlarla empati kurabilmesi, ötekileştirmemesi ve hatta kendinden ayrı görmemesi için nasıl bir formül olabilir? Diye düşündüm. Tek bir bedende ve zihinde yaşayan ve birbirinden haberi olmayan farklı kimliklerde, farklı yaşlarda ve hatta farklı cinsiyetlerde Cevdetler olabilir miydi? Düşününce Tıp Fakültesinde psikoloji derslerinde okuduğum böyle bir tanı olduğunu anımsadım. Evet böyle bir tıbbi durumun varlığından haberdardım ancak hiç böyle bir insan tanımadım. Araştırıp bu tip vakaları okudukça, hatta ‘Split’ v.b. sinema filmlerini izledikten sonra, çocukluk yıllarında yaşanmış şiddet, tecavüz gibi travmalar sonrasında kimliğin bütünleşemediği ve aynı bedeni paylaşan fakat birbirinin farkında olmayan, her bir kimliğin zihinde ayrı ayrı yer kapladığı, her biri şahsına münhasır kimliklerin kişinin yaşamında boy gösterdiği bu ilginç Dissosiyatif Kimlik Bozukluğunun, benim kurgumda yer alması gerektiğine karar verdim. Tıbben var olan bu patoloji, birbirlerinden tamamen farklı Cevdet kimliklerini yazmama neden oldu. Çünkü insan denen varlık, belki de ancak tüm farklı kimliklerin bir bünyede taşınabildiğine tanıklık ederse kendisini karakterlerle özdeşleştirip kimseyi ötekileştirmez, herkesi her türlü farklılığıyla kabul eder, geçinebilir ve hatta sevebilir de…
Cevdetgiller romanımla; okuru, bohem, renkli ve sıra dışı insanların yaşadığı tarihi Cihangir semtinin Arnavut kaldırımlı sokaklarından macera dolu bir yolculuğa çıkararak aslında her biri kendimizin farklı bir versiyonu olan Cevdet’lerle ve Cihangir’in kendi halindeki farklı etnik kökenlere sahip insanlarıyla tanıştırmak istedim. Cevdetgiller romanım ilginç kurgusuyla; bu birbirinden çok farklı gibi görünen insanların aslında hepimizin içinde birer parça olarak bulunduğunu ve onları kendimizden ayrı görmememiz gerektiğini vurgulamak istedim. Yeryüzünde tüm kavgaların, savaşların, ilişkilerdeki anlaşmazlıkların; hep bir ayrımcılık, hep bir ötekileştirme sorunu nedeniyle oluştuğu yeryüzünde, Cevdetgiller romanı; okura, sıradışı kurgusuyla insan zihnindeki ötekilerin varlığına dikkat çekerek, hem zihnindeki hem de Cihangir’in ötekileşmiş insanlarıyla bağ kurmasını ve anlamasını sağlıyor.
Cevdetgiller’i de tamamen kurmaca olarak yazdım. Ama benim tarzım, her zaman ayakları yere basan bir kurmaca yazmaktır. Okuru hikayenin gerçekliğine inandırmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yazdığım hikayeyi ben ya da tanıdığım bir kişi yaşamamış olsa da, “dünyanın bir yerinde bir kişi bile bu hikayenin bir benzerini yaşamış, ya da yaşama potansiyeli olmalıdır” diye düşünürüm. Bu nedenle kurgu aşamasında araştırma yaparım, okurum, seyahat ederim mutlaka… İlham sürecimin içinde önce hayal gücümle ortaya koyduğum bir nedensellik; sonrasında da temel şablonlarımı ilmek ilmek örmek için yaptığım araştırmalar, okuduğum kitaplar ve seyahatler yer alır. Örneğin geçen Ekim’de Japonya’daydım yeni romanım için… Aslında bir yazar olarak, belki de bana en fazla heyecan veren de bu kısımdır. Romanın iskeletini kurmak ve sonrasını da titizlikle işlemek, tamamen planlı ve matematiksel bir süreç gibidir benim için. Keyifle ilerlerim. Bir noktadan sonra karakterler karar verir her şeye… O aşamaya gelince işim daha da kolaylaşır. Kurulurum romanın içine, bir gözlemci gibi izlerim olup biteni…
8. Cevdetgiller, İstanbul’un değişen çehresini gözler önüne seriyor. Sizce İstanbul, romanınıza nasıl bir karakter kazandırdı?
İstanbul Türkiye’nin en kozmopolit şehridir. Türkiye’nin her tarafından kopup gelmiş insanların yanı sıra kendini bu vatanın evladı olarak gören azınlıklara, farklı etnik kökenlere sahip halklara da yüzyıllardır ev sahipliği yapmıştır. Dolayısıyla panoramik bir insan mozağine sahiptir. Hele ki Cihangir semti bu durumun en renkli, en marjinal ve aynı zamanda da insanların en barışçıl atmosferde ve hoşgörü ortamında yaşadıkları ayrı bir cumhuriyet gibidir. Her ne kadar değişen, dejenere olan ve yozlaşan yeni dünya düzeni İstanbul’u kirletse de; farklı kültür, din ve geleneklere sahip Cihangir sakinlerinin birlikte huzur, sevgi ve saygı çerçevesinde yaşaması, tarihi dokusuna, yerleşik kültürüne sahip çıkması; romanım için vazgeçilmez bir ortam sundu…
Her biri farklı çocukluk travmalarına sahip karakterlerin kesişim yerlerinin İstanbul-Cihangir olması ve her birinin farklı etnik köken ve bölgelerden İstanbul’a göç ederek günümüzdeki kimlikleriyle birbirleriyle etkileştikleri bir dünya kurmaları ancak böyle bir yerde mümkün olabilirdi. İstanbul’un tarihi ve Cihangir’in ruhu bu hikayeyi yaratmaya ve canlanan karakterleri sokaklarında yaşatmaya fırsat verdi.
Değerli sorularınız için teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (9 Nisan 2025)