Edebiyatımızın eleştiri alanındaki öncü ismi olan Nurullah Ataç, güncelerini ömrünün son yıllarında yazmaya başlar. Alışılagelmişin dışında bir tarzda, günceden çok birer deneme şeklinde kaleme alınan bu yazıların birçoğunun başlığı bile vardır. Günlük yerine günce ismini kullanması ise yazarın kendi tercihidir. 1953 yılının ilk gününden, ölümünden hemen önce hastaneye yatırıldığı son günlerine kadar yazılmaya devam eden günceler, yazarın daha çok eleştirmenlik yönünü ön plana çıkardığı metinlerden oluşur.
Yapı Kredi Yayınları tarafından 1953-1955 ve 1956-1957 yıllarını kapsayan iki ayrı cilt halinde yayınlanan güncelerde Ataç’ın diğer yazarlarla girdiği polemikler önemli yer kaplar. Bu polemiklerde en çok üzerinde durulan konu dil meselesidir. Ömrünü dilin Türkçeleştirilmesine adayan, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri bütünüyle reddeden ve kullanmaktan kaçınan Ataç, okuduğu yazılarda ve kitaplarda bu tür kelimelerle karşılaştığında duyduğu öfkeyi gizleyemez.
Bu düşünce doğrultusunda, eski yabancı sözcükler yerine Türkçe kökenli yeni sözcükler üretmek Ataç’ın en önemli uğraşlarından biri olur. Devlet yerine durul, kelime yerine tilcik, sanat yerine dörüt, kitap yerine betik, perde yerine gerelti, parti yerine bölem, şiir yerine yır, tiyatro yerine görmük, renk yerine boyak, kalem yerine yazak kullandığı yeni kelimelerin yalnızca küçük bir bölümüdür.
Nurullah Ataç’ın bir diğer mücadelesi ise devrik cümleler üzerinedir. Yazılarını halkın günlük konuşma diline yakınlaştırmaya çalışan Ataç’a göre yazılarda yer yer devrik cümle kullanmak son derece olağan ve gereklidir. Buna karşı çıkanların eleştirilerini ise lakırdı olarak niteler.
“Şiirde devrik cümleye kızıyorlar mı? Failin, mefulün fiilden sonra gelmesi, şiirde rahatsız ediyor mu onları? Anlamıyorlar mı duyduklarını, okuduklarını? Benim yazdıklarımı da şiir gibi okusunlar, tutsunlar ki ben nesir yazmıyorum da şiir yazıyorum. Var mı daha bir diyecekleri?” (Günce 1953-1955 – s.72)
Cumhuriyet’e ve sonrasında art arda gerçekleştirilen devrimlerin tümüne büyük bir inançla bağlı olan Ataç, sık sık toplumun yönünü Batı’ya çevirmesi gerektiği üzerinde durur. Örneğin yazıda ve konuşmada Arapça ve Farsça kelimeler kullanmak Doğulu olmanın neticesidir. Batılı gibi düşünmek için bunlardan kurtulmak şarttır. Ancak Ataç bununla da kalmaz. Eskiyi tümüyle silmek gerektiğini savunur. Eski divanların okunmaması, eski musikinin çalınmaması gerektiğini söyler.
Bunun yanında, yazar için okullarda Yunanca ve Latince öğretilmesi Batılılaşmanın bir gereğidir. Ataç bu doğrultuda zaman zaman oldukça katılaştığını da kabul eder. Bu durum, bireyciliğe ve özgürlüğe büyük önem veren yazarın çelişkilerinden biri olarak görünür.
“Biz de ilkokullar açalım, köy okulları açalım, bizde de okuma yazma bilmeyen kalmasın, her şey olup bitecek sanıyoruz. Tarihi düşünmüyoruz, dünyaya bakışımız tarihe dayanarak değil. Bize tarihsel görüşü ancak Latince ile Yunanca, o dillerde kurulmuş olan büyük Avrupa edebiyatı verebilecek.” (Günce 1953-1955 – s.145)
Devrimlerin benimsetilmesi, yaygınlaştırılması ve yüzünü Batı’ya dönmüş bireyler yaratmak konusunda sert bir tutum takınan ve bunu ömrünün sonuna kadar devam ettiren Ataç, yine de birçok yönden zamanının ilerisinde, özgürlükçü ve aydınlanmayı özümsemiş bir düşünce yapısına sahiptir. Radyoyu çağın yeni öğretim aracı olarak gören, o dönemlerde çok daha yaygın olan eril dile şiddetle karşı çıkan, kadın haklarını savunan, bireyin özgürlüğünü ve bağımsızlığını her şeyin önünde tutan yazar, bu konulardaki fikirlerini sık sık ve ısrarla vurgulamaktan çekinmez.
“Bu ‘erkekçe’ sözüne pek tutulurum: Kullananın beylik kanılara sımsıkı sarıldığını gösterir, beylik kanılara sarılanlar da kendi kendilerini düşünmeyenlerdir.
Erkekçe… Bu söz bir gerçek yargısı olarak erkeklerde bulunan nitelikleri göstermek için kullanılsa, bir diyeceğim olmaz. Öyle kullanılmıyor ki! Bir övgü… Kadınları aşağılamanın ne yeri var?” (Günce 1956-1957- s.41)
Yazarın, kitabında yer verdiği kendisiyle ilgili bir itiraf da son derece ilginçtir. Eleştiri konusunda öncü isimlerden biri olan Ataç, zannedildiği gibi çok sayıda kitap okuyan biri değildir. Birçok kitabı, gerek sıkıldığı gerekse dilini beğenmediği için ilk sayfalarında bırakıp bir kenara atar. Çok kitap okumak O’nun için gereksizdir. Hatta çalışmadan geçinebilecek olsa hiç okumayabileceğini bile söyler. Kendi deyimiyle, baştan sona okuduğu kitap sayısı ancak 400-500 civarındadır. Okuma üzerine bir de kehanette bulunan Ataç, ilerleyen dönemde okumanın ortadan kalkacağını ve yerine ses uygarlığının geleceğini iddia eder.
Güncelerinde yer yer yaşlılıktan dert yanan ve ölümü kendisine yakın gören Ataç, 1955 yılında eşini kaybeder. Bu kaybın verdiği acıyı gün geçtikçe daha çok hisseden ve bu ruh halini kalemine de yansıtan yazar, eşinin ölümünün üzerinden henüz iki yıl bile geçmemişken ağır bir hastalığa yakalanarak hastaneye kaldırılır. Güncesi için hastanede kaleme aldığı son satırlarda ölümünün yaklaşığını anlayan yazar, iki ciltlik bu geniş eserine hüzünlü bir biçimde son vermiş olur.
“Sayrılarevine düştüm. Bu kez önemliye benziyor. Öldürür mü? Öldürmez mi? Orasını bilemem ya, İstanbul’a gidecektim, sağınlar (hekimler) bırakmıyor…
Kim bilir, ola ki son yazdığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana.” (Günce 1956-1957 – s.265)
edebiyathaber.net (7 Mart 2024)