Söyleşi: Burak Soyer
Ateş İlyas Başsoy, 25 yıl aradan sonra Say Yayınları etiketiyle çıkan ikinci öykü kitabı “Bizsiz Onlar”la karşımızda. Kendisi her ne kadar “biz” ifadesi için, “Ben bize bizi anlatmaktan da, böyle anlatıları okumaktan da sıkıldım,” dese de, bununla ilgili “soruları” olduğunu söylese de “Bizsiz Onlar”, kıyısından da olsa herhangi bir “biz”e tanıdık gelecek öykülerden oluşuyor. Ateş İlyas Başsoy’la “Bizsiz Onlar”ı ve “bizim için seçilen” edebiyatı konuştuk.
İlk öykü kitabınız “Yüksek Volüm”ün üzerinden 25 yıl geçmiş. Diğer on kitabı saymazsak ikinci “edebi” kitabınız “Bizsiz Onlar” neden bu kadar gecikti?
Çünkü bir dergi veya bir yayınevi sıkıştırmazsa, yaşam mücadelesi içerisinde öykü yazmak asla ön sıraya geçemiyor. Kitaptaki öykülerin yarısı birkaç derginin sıkıştırması, ödev vermesiyle yazıldı. Diğer yarısını da BirGün’deki köşemde gündelik siyaset tartışmalarına dahil olmak istemediğim için yazdım. Siyaset yazmam için bana verilen köşeyi öykülerle işgal ettim.
Uzun süredir birçok gazete, dergide yazıyorsunuz. “Bizsiz Onlar” da BirGün, Psikeart, Hayıt gibi mecralarda yayınlanmış öykülerinizinin derlemesinden oluşuyor. Onca yazı arasında seçim yapmak zor olmadı mı? Neye göre ayırdınız kitaptaki öyküleri?
Bizsiz Onlar’daki öykülerin çoğunun birbiriyle bağları var. Dikkatli okurlar bu bağları bulabilir. Bizim kendi köyümüzde pek tanımadığımız “onlar”ın hikâyeleri, onları bu bağ birleştirdi. Yoksa bir bu kadar daha öykü çıkar sanırım arşivden.
“Bizsiz Onlar”ın geneline baktığımızda bir klişeden faydalanıp, “Bizi bize anlatıyorsunuz,” yorumunda bulunacağım. Burada kast ettiğim sadece bir erkekle kadının flörtünü anlatmanız, yaşlı yazarla genç yazarın yıllar sonra karşılaşması, CHP ve AKP’yi, Aziz Nesin’i kullanmanız değil. “Soğuk” öykünüz misal. Adı gibi. Sarsıyor insanı ve evet, burada da söz konusu “biziz” ve bu öykü görmezden gelmekte ısrar ettiğimiz bir noktaya değindiği için belki de kitabınızdaki en az hatırlanan öykü olarak kalacak. Cevap olarak, “Başka ne anlatabilirdim?” demeniz olası. Ancak ben de burada, “Bir farkla!” diye devreye girip bunu kullandığınız gündelik dille yaptığınızı söylemek isterim. Katılır mısınız bu görüşüme?
Ben bize bizi anlatmaktan da, böyle anlatıları okumaktan da sıkıldım. “Biz” kavramıyla ilgili de sorularım var. Hangi “biz”? Türkiye’de biz nasıl bir “biz”in içine girebiliyoruz? Bu kitabı okuyanlar hangi “biz”e ait? Sonuçta edebi, sanatsal tüm dışavurumlar bir yankı arayışı. Hiçbir yazar kimsenin okumayacağı bir öykü yazmak istemez, hepimiz o meçhul okur için yazarız.
Yukarıdaki görüşümle bağlantılı olarak “Bakış”, “%40”, “Cıva Tutkunu” öykülerinizdeki göndermeleriniz de çok net. Lafı dolaştırmıyorsunuz. “Mesaj kaygısı” gibi bir derdiniz yok çünkü bana göre zaten hedefi belli olan öyküler. Bizde bu “göndermeli” işlerde nedense ne kadar çok teferruat kullanılırsa, okurun mevzuyu çözmek için kendisine kırk takla attırılırsa ortaya çıkan şeyin daha “derin” daha “edebi” olduğuna dair hem okur tarafında hem yazar tarafında yerleşmiş bir kanı var. Siz bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Dünya edebiyatında da “aslında bir şey söylüyor galiba ama sanki hiçbir şey de söylemiyor” türü kitaplar inanılmaz pompalanıyor son kırk yıldır. O nedenle yeni bir Upton Sinclair, Julio Cortazar, Jack London ara ki bulasın. Törpülenmiş, tedirgin ama bir yandan da burnu iyi koku alan ve epeyce de sinsi yazarların şöhret edildiği bir çağdayız. Bahsettiğiniz kanı bir yerleşme değil “yerleştirme” gibi geliyor bana. Kapağında en fiyakalı övgüler yazan, dağıtım ağına hâkim yayınevlerinden çıkan öykülerin ve romanların çoğu mide bulandırıcı geliyor bana. Dünyadaki bu trend Türkiye’de de yankı buluyor. Kumsalda şınav çekip etkileyici görünmeye çalışan ve tüm banalliğine rağmen bunda başarılı da olan (çünkü edebiyat belki de plaja taşındı) bir yazar türü var. Eserlerinde için için kendilerini öven yazarlar var. Alan razı satan razı. Kötü edebiyat hep vardı ama hiçbir zaman “iyi edebiyat” gibi davranamazdı. Son yıllarda böyle bir tahakkümü yaşıyoruz.
Sizinle yaptığımız görüşmede ufaktan bir değerlendirme yaptığımız “Hayranım ve Ben”in kitaptaki en “kişisel” öykünüz olduğunu ve bu öyküden yola çıkarak bizdeki yazar, çizerlerin “edebiyatı kutsama” olayına gelmek istiyorum. Altını eşelediğimizde iş tarihte kendi kendimize gelin güvey olmamıza kadar gider (bunu küçümsemek için söylemiyorum ancak kendimize biçtiğimiz bir “rol” var malum) elbette ama ben günümüz sınırları içinde sorayım: Neden bu kadar ulvi bir şey olarak görülüyor yazmak?
Okumanın can çekiştiği bir dönemde yaşadığımız için belki. Yüzlerce kitap satın alıp bir tekini bile okumayan bir okur türünün yaygınlaşmasıyla ilgili de olabilir. Birine zahmetsizce hayran olmak ve onun tarafından kutsanmak ve yönlendirilmek istiyoruz. Okurların çoğu belki de bir “baba” arayışında. Bir okurun bir yazarı okuması ve sayfalar geçtikçe o yazara ilgi duyması, giderek hayran olması durumuyla hiçbir derdim yok. Ben de bir okur olarak yaşarım bunu, okudukça hayranlığım artar bazı yazarlara. Şu anki sorun, artık bu hayranlık sürecinin bu tarikattan geçmemesi. “Piyasa” bize “bu iyi bir yazar” diyor ve o kişinin kitaplarını alıyoruz. Okumuyoruz, sadece alıyoruz. Ve hiç okumadığımız bir yazara hayran olduğumuzu Instagram’da ilan ediyoruz. Bu bir statü avcılığı, kariyer planlaması, insanların kendi kendilerini bile inandırdıkları bir yalan. Piyasanın aktörü olmadığı için hiç okunmayan gerçek yazarlar var ve bir yanda da tabloid bir gazetede magazin haberi olacak türden sığlıkların kutsanması var. Yazmanın ve okumanın ulvi bir şey olarak görülmesi çok güzel ama bunu “yazmayan yazarlar” ve “okumayan okurlar”ın trend avcılığından ayırmak gerekir.
Son olarak yeni bir şeyler yazıyor musunuz? Bir 25 yıl daha bekleyecek miyiz? Ya da bir roman gelir mi? “Güvercin Patlaması”ndan roman tadı aldım örneğin ben…
25 saat sonrası için bile bir planım yok. Keşke yazsam, yazmaya vakit ayırabilsem ama bu sadece benle ilgili bir karar değil yazık ki.
edebiyathaber.net (2 Ocak 2023)