Desenler: Feridun Andaç
Bakışlarında içe çekilen ne vardı, bunu düşünmedin değil. Ama daha çok kapanan yanını göstermeyen halini izlemiş, atlara yakın uzak duruşunu gözlemiştin.
Bu bir kaçış mı, yoksa sürükleniş miydi? Adlandırmasan da anlamaya çalışıyordun.
Doğanın ıssız bir koyunda, getirilip bir yerlerde tutulan, bakılan, beslenen atlarla buluşmanın/eyleşmenin ne anlamı olabilirdi?
Senin atlara dair bilgini, deneyimini hatırlatan gene atlardı; gelip yanlarında durman, seyretmen, dokunman, kokularını alman, kişnemelerini işitmen… Ve toynaklarından çıkan tozun savurduğu esintide at kokusunu sana getiren meltemin çıkmasını beklemen…
Dahası, onun, gelip yanı başına yorgunlukla oturması; pembeleşen yanakları, ipeksi saçlarına sinen ter, dönüp dönüp baktığın bembeyaz ellerindeki titreme hali… Ve baldırlarındaki ağrıdan, daha ilk binişte neden bitap düştüğünü anlatan sözleri seni ona yöneltmiş; dudaklarındaki ince kıvrıma, sesindeki titremeye dönük ilgini bir espriyle gölgelemek istemiştin:
“Bana kuru bir bardakta çay!”
Ardından sözün arasını kapamadan:
“Ama at binicisine göre kişner!”
Yani, ne demek istediniz dercesine bakışlarını sana yöneltirken; şunları anlatmıştın ona:
Sık sık at değiştirmemelisiniz. Biniciliğinizde bir süre aynı atla yola devam edin. Hatta kendinizi ona verin; dokunun, hissettirin varlığınızı… Sizin aidiyetinizi hissetsin, kokunuzu alsın… Eğer üzerindeyken siz ona sahip olamazsanız o sizi idare eder; bu da bir binici için hoş olmaz…
Atlar, az ötenizdeydi. Tavladaki ışık ve nefes penceresinden başlarını çıkarıp dışarıyı seyredenler ilk anda ilgini çekmişti. Dayanamayıp kalkıp gittin, yaklaştıkça atların kokusunu almıştın. Ama biraz daha yaklaşınca ellerinde kaşağıları binecekleri atların tımarını yapan binicilerle karşılaştın.
Azeri at bakıcısı, kucağında iğreti bir eyerle gelip Arap atını eyerlemeye çalışırken, dayanamayıp şunu söylemiştin:
“Bu at için bu eyer hafif değil mi?”
O da şu yanıtı vermişti sana:
“Ata eyeriyle kıymet biçemeyiz! Bu tam koşu için…”
Ötede, yaptığı kaşağıdan sonra atının yelelerini okşayan kadın biniciyi seyrederken şu sözleri hatırlamıştın birden:
“Cennetin rüzgârı atın iki kulağının arasından eser.”
On yaşındaydın, bir at yetiştiricisi olan İbrahim deden; ilk binicilik dersinde sana; atların kulaklarına fısıldayarak konuşmayı, bir de yelelerini okşamayı öğütlemişti.
“Baldırlarının içiyle atın döşünü öyle bir kavrayacaksın ki; seni, yani binicisini hissedecek,” sözleriyse ikinci öğüdüydü.
“İyi bir binici atının tımarını kendisi yapar…”
Tavlada dönedururken, onun Safkan Arap atı yetiştirirken özenle kurduğu tavlaları, birlikte gittiğiniz at pazarlarını, at cambazlarının o yaman pazarlıklarını, atları bin bir hünerle dokunarak irdelemelerini hatırlamıştın bir anda.
İbrahim deden ki, ta kalkıp Arap coğrafyasında gezinirdi; Ürdün’den Yemen’e uzanır soylu atları seçer, onları tayken alır yetiştirirdi. Namlı biriydi yörede…
Şimdi gelip yanında oturan o nazlı binicinin hevesini anlamaya çalışıyordun. Ötedeki çocukların, gençlerin, yetişkinlerin at binme sevincine bakışlarınla ortak olmuştun adeta…
Elindeki havucu seyisi eyeri hazırlarken atına yedirmeye çalışan küçük kız çocuğunun tavlayı gezenlere:
“Atları ürkütmeyin, ürkütmeyin atları… Onlar da yüksek sesten, bağırtıdan çekinir. Bizden daha hassastır atlar,” diyerek adeta ders verircesine tepkisi o denli yerindeydi ki…
Evet, seyretmemeli atları; onlara düşman gibi binsek de dost gibi davranmayı öğrenmeliyiz her dem… Eminim ki bir gün, siz de kulaklarına fısıldamanın, yelelerine tutunup onlarla yol arkadaşlığı yapmanın ne anlama geldiğini öğrenmek isteyeceksinizdir…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (26 Mayıs 2015)