İnsanın yaşamı boyunca arıyor; bulur gibi oluyor, yanılıyor ve ardından tekrar düşüyor yola. İçinin sesini dinliyor, başkalarına kulak veriyor, olmadığını anlıyor ve filmi başa sarıyor. Daha sonra farklı hayatlarla tanışıyor, yine aramaya koyulunca bir bakıyor ki zaman geçmiş ve bir an durduğunda bir aynanın karşısında olduğunun ayırdına varıp ömrünü aramakla ve denemekle geçirdiğini anlıyor.
İlay Bilgili, Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı? başlıklı ikinci öykü kitabında, isimleri farklı olsa da hemen hemen aynı şeyi yapan; arayan, deneyen ve yanılan karakterlerle buluşturuyor okuru.
Bilgili’nin öykülerinde “mucizevi bir şey” arama derdine düşenlere de rastlıyoruz. Hikâye içinde hikâyelerle, bazen de hayatın kendisiyle anlatıyor yazar bize bu durumu. Dağınık bir ev misali zihinlerle karşılaşıyoruz. Kimi zaman da bir vakitler altı çizilmiş fakat sonra bir türlü bulunamayan cümleleri hatırlamaya uğraşanlarla…
Bazen aşk acısıyla bazen de can yakacak bir aşk arayışıyla veya bir son isteğiyle: “İşin garibi,
buradayken orada olamadığım için oradayken burayı kaçırdığım için üzgün değildim aslında. İşin aslı, hiçbir yerde olmak istemeyişimdi. Bitsin istiyordum.”
Duygusal ve tarihsel labirentlerde dolananlar
İsteklerle beraber sorular, onların bulunan ve bulunamayan yanıtları da çıkıyor karşımıza. Daha doğrusu, karakterlerin önünde bir duvar gibi dikiliyor bunlar. Benzer bir şekilde, gönderilen ancak yanıtı bir türlü gelmeyen mektuplar ve zihni zaman yolculuğuna çıkaran sözcükler de var. Tabii bir de duygusal ve tarihsel labirentlerde dolananlar ve sürekli kendisini sorgulayanlar: “Rüyamda, birkaç yıl önce açık kapıdan kaçıp giden muhabbet kuşumu gördüm. Kan ter içinde uyandığımda kuşun hâlâ yatak odamda uçtuğuna yemin edebilirdim ama bunu kimseye söylemedim. Odada uçuşup yastığıma konan kuşa bakıp kuşların kaburgaları ne kadar küçüktür, diye düşündüm. Bir kuzu, bir yavru olduğuna göre ben bir annenin yavrusunun kaburgasından sıyrılan eti aldığıma neden bu kadar seviniyordum? Hiçbir şeyi yeteri kadar düşünmediğimi fark edince yastığımdaki kuş kayboldu.”
Bilgili, unutmanın lütuf olduğunu düşünen insanlarla da buluşturuyor bizi; bu kişiler, uzaklara gidiyor ve yılların tozu kiri içinde yaşamaya uğraşıyor. Anılarını, evini ve hatta evine giden yolu bile unutmak için azami çaba gösteriyorlar.
Hayallerin peşinden sürüklenenler de çıkıyor karşımıza. Adı üstünde hayal ama bu bir teselli veriyor onu kuran ve kurgulayanlara. Bir de içini daralttığı hâlde hatırlayanlar var; bir mezarlık sessizliği gibi üstüne gelen anılarla baş etmeye çalışıyor bu müzmin unutmazlar: “Çok zamanı olduğundan, daha doğrusu ölene kadar elindeki tek şey zaman olduğundan, basbayağı işsizlikten ve mecburiyetten neden gereksiz şeyleri hatırladığını, neden etrafındaki bu insan kalabalığına göre çok önemli olan şeyleri unuttuğunu düşünmüştü. Cevabını bulamamıştı. Derdi cevabı bulmak olmadığından, yarın da bunu düşünmek üzere bırakıyordu bu fikri hemen sonra.”
Unutuşların, hatırlayışların, arayışların, haykırışların, suskunlukların, öfkelerin ve affedişlerin ağır bastığı öykülerinde Bilgili, zamanın yonttuğu hayatları ve zamanın peşinden koşan kişileri getiriyor karşımıza. Bir oyun gibi sürüp giden yaşamda ayakta kalmaya uğraşanlar ve tökezleyenler selamlıyor bizi.
Kaynak: Leylâ, Mektubum Eline Ulaştı mı?, İlay Bilgili, İthaki Yayınları, 158 s.
edebiyathaber.net (22 Şubat 2022)