Öykü: Aya’nın Öyküsü | Cansu Koçyiğit

Şubat 12, 2019

Öykü: Aya’nın Öyküsü | Cansu Koçyiğit

 Bir çocuk gülümsedi

gözlerim kamaştı ışığından…

Minicikti. Yok, laf olsun diye değil, gerçekten ufak tefekti. Bacakları ona en az üç numara büyük gelen çivit mavisi lastik çizmelerinin içinde bir çift çubuğa benziyordu.  Kemer kısmı dizlerine oturan Çingene pembesi kabanı da onu olduğundan küçük gösteriyordu. Ancak yalnızca giysileri değildi sebep. Sekiz yaşında olmasına rağmen hastalığından ötürü geçirdiği ikincil enfeksiyonlarla gelişimi iyiden iyiye gerilemiş, sanki beş yaşına kazık çakmıştı. Bu nedenle onu ilk kez görenler önce doğru dürüst konuşmasını beklemez, sadece acıyarak bakar ve bir yandan yüzünü inceleyip bir yandan da sevimli birkaç şey söylemeye çalışırlardı. Eğer utangaçlığını yenip iki üç kelime edecek olursa da, aynı insanlar sanki karşılarında dile gelip konuşan bir kız çocuğu değil de bir tavşanmışçasına şaşıp kalırlardı.

Aya ve ailesi sabah erken saatlerde gelmişlerdi ilçenin diş kliniğine. Çünkü köyden kalkan ilk otobüs sabah yedideydi. Anasıyla babası bu kadar yolu gelmişken işlerini de halletmek istediklerinden daha gün doğarken çocukları uyandırır, gözlerinin çapağıyla yola çıkarır ve bu ilk otobüsün koltuklarına sıralardı. Anasıyla babasının işleri demişken, lafın gelişi. Zavallı anacığının ne işi olacak, çocuk doğurup çocuk büyütmekten, davar sağıp koyun gütmekten başka? Daha on yedisinde vermişler amcaoğluna, hem de hasta çocukları olabileceğini bile bile. Bu sebepten beş çocuğun ikisi hasta doğmuş, Aya’nın abisi altı yaşında ölmüştü. Küçük kız içinse ara sıra –ağırlaştığında- tıp fakültesine götürmekten başka hiçbir şey yapmazlardı. Abisinin yaşını geçmiş olduğu halde ondan yana da çok umutları olmadığından, ‘kader, elden ne gelir’ sözü dillerinden eksik olmazdı. Bu sabah kliniğe geliş amaçlarıysa başkaydı, ailecek çektikleri diş ağrılarını dindirmeye gelmişlerdi.

Klinik taşıma personelle çalışan bir yer olduğu için servis ancak dokuza doğru gelir, hasta alımı dokuzda başlardı. Nitekim onlar beklerken üçü kadın biri erkek dört hekim ana kapıdan gülüşmeler ve konuşmalar eşliğinde girdiler, koridorun iki tarafındaki banklara karşılıklı sıralanmış hasta kalabalığına mümkün olduğunca bakmadan geçip kliniğin sonundaki doktor odasına yöneldiler. O ana kadar diğer insanların bakışlarını görmemek için gözleri sürekli çizmelerinde olan Aya merakına yenilip hafifçe başını kaldırdı ve hekimleri inceledi. İçlerinden genç, makyajlı ve uzun saçlıyı kendisine doktor olarak seçti hayalinde. Hiçbir zaman onun gibi olamayacağını bilse de, içinde sadece hayranlık ve sevgi hissetti. Çünkü o, her şeye rağmen kıskançlık nedir bilmeyen bir çocuktu. Başını tekrar çizmelerine indirmek üzereyken gözüne, duvardaki tuhaf saat takıldı. Daha önce bunun gibisini görmemişti. Yuvarlak kadranın üzerinde siyah rakamlar ve akreple yelkovan vardı, buraya kadar sıradandı. Fakat kenarları oymalı ahşap gövdesinin altında altın renkli bir kaşığa benzeyen sarkaç tik taklarla uyumlu olarak sağa sola hareket ediyordu, bu sıra dışıydı. Gördüğü şeyi o kadar beğendi ki, etrafındaki meraklı gözlere rağmen birkaç dakika boyunca kıpırdamadan sarkacın ritmik hareketini izledi.

Genç, makyajlı ve uzun saçlı doktor -kapının üstündeki ekranda isminin İnci olduğunu okumuştu-  yumuşak bir sesle Aya’nın ismini söyledi. Babası ve ablasıyla birlikte içeri girdiler. Dr. İnci, “Çocuğu koltuğa oturtalım lütfen. Geçmiş olsun. Demek ismin Aya. (gülümseyerek) Ne kadar güzel bir isim,” dedi. Aya, bu iltifat çok hoşuna gitse de, oturunca içinde iyice kaybolduğu kabanına doğru utanarak kafasını indirdi. Çünkü biliyordu ki birkaç saniye içinde doktor yaralarını fark edecek, bakışları değişecek ve acıyan bir ses tonuyla konuşmaya başlayacaktı. Biliyordu, çünkü defalarca yaşamıştı bunu. Böyle zamanlarda akraba evliliği yapan anasıyla babasına kızmayı çok istiyor, ama yufka yüreği bunu bile yapamıyordu. Küsüyordu kendi içinde, kendi kaderine.

Dr. İnci, daha kapıdan girerken yaşıyla bedeni arasındaki uyumsuzluktan ve ilk bakışta göze çarpan pul pul olmuş beyaz cildi ve yanağından boynuna inen içi su toplamış yaradan anlamıştı çocuğun rahatsızlığını. Nitekim, sordu:

‘”Kelebek hastası değil mi?”

Aya’nın babası “Evet,” dedi, “hastaneye götürürüz düzenli”.

“Yara bakımını yapıyor musunuz, gerekli önlemleri alıyor musunuz peki?”

“……..”

Dr. İnci biraz kızgın biraz sitemli bir iç çekişten sonra minik kızın muayenesine başladı. Yara miktarını arttırmamak için ayna ve sondu yanağına hafifçe dokundurmaya, baskı uygulamamaya özen gösteriyordu. “Aya, tatlım, hangi dişin ağrıyor?” diye sordu. Aya ürkekliğinden çıkmayan sesinden ötürü parmağıyla gösterdi ağrıyan dişini. Kocaman bir çürük vardı, fakat çekimi cerrahi olacak cinstendi. Dr. İnci, çocuğun genel sağlığı için en doğru olanın, işlemleri diş hekimliği fakültelerinden birinde yaptırmak olduğunu söyledi. Ayrıca yaralarının bakımı hayati önem taşıyordu, aksi takdirde ölümle bile sonuçlanabilirdi bu umarsız hastalık. Ailesi bunu bilmiyor muydu?

Babası “hocam biz birini bu dertten kaybettik. Bunların anasının bir kardeşinde de vardı bu hastalıktan, çocukken toprağa verdiler. Allah korusun bu yavrumu, dua ediyoruz hep,” dedi. Dr. İnci “Korumaz efendim, siz böyle ihmal eder, kıymetini bilmezseniz, bu evladınızı da alır yanına!” dedi sertçe. Sonra karşısındaki yoksulluktan avurtları çökmüş adama ani çıkışından ötürü pişman olmuş olacak ki, geri kalan sözlerini yumuşak bir sesle aktardı. Ağız içini her gün karbonatlı suya batırılmış pamukla silmeleri, çocuğa yumuşak ve ılık şeyler yedirmeleri, mutlaka yumuşak bir diş fırçasıyla sabah akşam dişlerini fırçalamaları gerekiyordu.

Onlar konuşurken Aya düşünüyordu. Bebekliğinden beri neler yaşadığını, canının ne kadar yandığını, oluşan her yeni yarayla ölüme biraz daha yaklaştığını, kendisini bildi bileli genital bölgesindeki iyileşmeyen yaralardan ötürü çişini ne kadar zor yaptığını, ağzının içinde çevirdiği lokmalar ağrıdan rahat vermeyince doydum deyip sofradan kalktığını, günlerce yarı aç yarı tok dolaştığını, ailesinin götürdüğü hastanelerde herkesin ona bir kobay faresi gibi baktığını, kolunu bacağını inceleyip fotoğrafını çekerlerken utandığını fakat ağlayamadığını, okuldaki çocukların hastalık onlara da bulaşırmış gibi onu dışladığını, korkularını, hayallerini, yaşadığı ve yaşamak istediği hayat arasındaki derin uçurumu düşündü. Sanki Tanrı ondan güzelliği ve sağlığı almış, ama sonra yaptığı adaletsizliği fark edip bu sekiz yaşındaki yavruya olağanüstü bir algılama ve düşünme yeteneği bahşetmişti.

Aya’yı daldığı düşüncelerden çıkaran, koltuktan kalkabileceğini söyleyen doktor oldu. Hemen ardından ona, uslu bir şekilde muayenesini yaptırdığı için minicik bir ödül uzattı: pembe, Barbie desenli bir kalemdi bu. Verirken Aya’nın gözlerinin içine bakarak “Güzel prensese, güzel bir kalem,” dedi ve gülümseyerek göz kırptı. Aya, kar beyazı yanakları pembeleşene dek doktorunun gözlerine baktı, geldiğinden beri ilk kez gülümsedi ve her zamanki gibi utandığı için başını önüne indirip kalemi inceliyormuş gibi yaptı. Ama gözlerini kaçırmadan önceki o kısacık anda o siyah gözlerdeki kederin mutluluk ışıltısıyla yer değiştirdiğini gördüğüne yemin edebilirdi doktor. Çünkü Aya da her şeye rağmen bir çocuktu ve çocukların kalbindeki hüzün bulutunu ufacık bir armağan yeterdi dağıtmaya…

Cansu Koçyiğit kimdir:

08.09.1987 tarihinde İstanbul’un Üsküdar semtinde doğdum. Üniversiteyi Isparta’da okudum. 2010 yılında Ankara Üniversitesi Pedodonti anabilim dalında doktoraya başladım. 2015 yılından beri çocuk diş hekimi olarak Sağlık Bakanlığı’nda çalışıyorum. Evliyim.

edebiyathaber.net (12 Şubat 2019)

Yorum yapın