Ayazın dağladığı, karın örttüğü bir öykü | Anıl Ceren Altunkanat

Nisan 4, 2016

Ayazın dağladığı, karın örttüğü bir öykü | Anıl Ceren Altunkanat

ceren“Bu ülkedeki insanların umutsuzluğa kapılmalarının sebebi, bence yalnız olmaları. İnsanların hayalleriyle yoldan çıkma ihtimalleri arasındaki uçurum çok büyük.”

Burundi Prensesi. Bir yitiriş öyküsü. Cinayet sonucu yitirilen bir eşten, babadan, kardeşten ve dosttan söz etmiyorum yalnızca. Düşlerini, umutlarını, geleceğe dair hayallerini ve heveslerini yitiren insanların öyküsü bu. Yalnızlık ve çaresizlik içinde, yetiştikleri hoyrat çevrede akıl sağlıklarını yitiren insanların öyküsü. Yavaş yavaş hiçliğe gömülen, yaşama tutunmalarını sağlayan her şeyi hırçın ve acımasız gerçekliğin içinde yitiren insanların öyküsü. Bir dokunuşu, yaşamı anlamlı ve katlanılabilir kılan o dokunuşu kaybeden insanların öyküsü.

Tahmin edileceği gibi, bir cinayetle ortaya dökülüyor bu öyküler; birbirine bağlanıyor ve kuzeyin haşin soğuğuna yaraşır bir örüntü oluşturuyor. Hemen her karakter kendine özgü bir buruklukla okura sokuluyor. Okur her karakterde belki de kendi yaşamının yitirilmiş (ya da yitirilecek) bir yüzünü görüyor.

Sevgi, dostluklar, bağlılıklar ve umut… Azar azar sökülüp alınmış bu insanlardan. Akvaryumuna, balıklarına tutunuyor John; sonu pek iyi değil. Aşkına, ailesine duyduğu sevgiye ve adanmışlığa sarınıyor Berit; şimdi yalnız ve perişan. Babasına, babasıyla kurdukları hayallere bağlanıyor Justus; artık babası yok ve öfkeli. Hâlâ bir gün iyi bir insan olabileceğini düşünüyor Lennart, hâlâ kardeşine duyduğu sevgiye tutunuyor; oysa yalnız ve çaresiz. Bebeğine olan sevgisiyle bağlanıyor yaşama Ann ama dokunulmamaktan, sevilmemekten donmuş teni, en ufak temas bile parçalıyor onu. Evliliğinin içinde bir başına kalmış, koca bir boşluğa sıkışmış olan Ola, yeni bir soluk ve başka bir toplum umuduna sarılıyor ancak biliyor…

Ve Vincent. Toplumun tüm kirini, çaresizliğini, acımasızlığını yüreğinde biriktiren insanlardan. Hem acıma hem tiksinti uyandıranlardan. Rüyasını bile kıt tutanlardan, düşlerinde bile ufka uzanamayacak kadar kırılmış insanlardan. İçlerini kaplayan buz ülkesinden bir an uzaklaşamayanlardan, güneşe halat atmayı hayal bile edemeyenlerden. Kalbi soğuk tarafından delinmiş insanlardan. Bir insandan arta kalanlardan: satılmayan piyango biletleri ve memnuniyetsizlikle, memnuniyetsizlikten buz tutmuş suskun bir düş.

“Vincent rüyasında, yıl boyunca yerlerin karla kaplı olduğu bir ülkede olduğunu görmüştü. İnsanların birbirine tüküremediği, memnuniyetsizliklerini ifade etmek istediklerinde donuk yüz buruşturmalarla yetinmek zorunda kaldıkları, sonsuz bir buz ülkesi. Bir cadde köşesinde oturmuş, kimsenin almak istemediği piyango biletleri satıyor, beyhude hareketler yapıyordu. Konuşmak imkânsızdı; soğuk, kalbinizi delmekle tehdit ediyordu ve bu da sondu.”

***

burundiBurundi Prensesi (Kjell Eriksson, çeviren Müge Kızıltuğ, Labirent Yayınları, Kasım 2015, İstanbul) gerilim duygusunu olayların akışından çok insan hallerinin dökümüyle veriyor okura. Kuzey anlatılarının klasik özelliğidir: düz yolda ilerler, inip çıkan gerilim hatlarına gerek duymazlar. O düz yolun kenarına dizilen binaların viranlığı, göğün kasveti, hatta yolun terk edilmişliğidir gerilimi kaçınılmaz kılan. Yalnızlığın ve çaresizliğin kimi delilikle kimi aldırışsız bir kabullenişle el ele giden yolculuğudur insanın sinirlerini titreten.

Dehşetli zekâ oyunları, akıl almaz tutkular değildir anlatıyı sarsıcı kılan. Yalın gerçekliğidir. Kaçınılmazlığıdır. Serin acımasızlığıdır.

Bu yüzden Burundi Prensesi’nde kahraman yoktur; herkes payını alır yenilgiden ve yenilginin kaçınılmazlığından. Zafer uğramaz kimsenin kıyısına köşesine, hayır. Herkes boğazına kadar batmıştır yalnızlığa. Çıkışsızlık herkesi tokatlar en hassas yerinden yakalayıp.

Bu yüzden bir akvaryum kurar John. Bu yüzden bir düşün içinde yaşar Justus. Bu yüzden anneliğin verdiği zafer duygusuna sığınır Ann.

“Bunun büyük bir başarı olmadığını biliyordu. Milyonlarca başka annenin çağlar boyunca, çoğu zaman bir doğum servisi ve senelik kontroller olmadan yaptığı bir şeydi ama bu durumda anne olan kendisi, Ann Lindell’di. Hiç kimse, bu gurur kaynağını elinden alamazdı. Yaşayan ve ölü tüm annelerin arasından sıyrılmıştı. Bu, kendiliğinden insanlığın yarısını, yanlarındaki doğuramayan ya da doğurmak istemeyen birçok başkasını dışlayan özel bir kulüptü.”

Yine, tam da bu yüzden paramparçadır Ann.

“O kadar mantıklı olmasa da mantıklı şeyler düşünmek zorundaydı. İsteyerek düşebileceği bir tuzak olan duygusallıktan korkuyordu. Şüphesiz, bir kurban olurdu. Sebep, adama âşık olması değildi ancak biriyle yakınlaşma özlemi açlık gibi, o kadar güçlü bir şekilde içini kemiriyordu ki, dikkatlice kurduğu hayatının başına yıkılacağını düşünüyordu.”

Bu yüzden evliliğine, aşka sığınmaya çalışır Ola. Bu yüzden evliliğinden ve toplumdan kaçmak ister:

“Paranın hükmetmediği bir toplum var mıydı? Afrika’da, şiddet ve hırsızlığın asla gerçekleşmediği, zamanı ölçmenin hiçbir anlam ifade etmediği bir kabile olduğunu duymuştu. Onlara katılmayı çok istiyordu ama kabilenin çoktan neslinin tükendiğini ya da üyelerinin büyük ihtimalle alkol ya da AIDS’ten öldüğü bir gecekondu mahallesine yerleşmeye zorlandıklarını tahmin ediyordu.”

Oysa kimse bir yere gidemez, gidemeyecektir. En azından şimdilik – içimde Justus için yemyeşil, capcanlı bir umut olduğunu not düşmeliyim.

Ama bugün, tam şu an soğuğun, bir başınalığın, yitirişin kapanına kısılmıştır herkes.

“Onu giderek şaşkına çeviren bir berraklıkla, hayatının sona erdiğinin, sözlerinin artık hiçbir şey ifade etmediğinin farkına vardı. Salona koşup akvaryuma göz attı ve zihninde John’un orada olduğunu, büyük açılış akşamında olduğu gibi gülümsediğini canlandırdı. Lennart, erkek kardeşine elini uzattı ama orada kimse yoktu.”

Kimse yok, yitirilmiş… Ayazla dağlanmış, karla üstü örtülmüş… Yitirilmiş… Şimdilik.

Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (4 Nisan 2016)

Yorum yapın