Tırnakları küttü, kırıktı, lekeliydi, kenarları her daim saçaklıydı, tıpkı hayatı gibi…
Şeytanlar uğrardı hayatına da tırnaklarına da, ne yapsa kurtulamazdı onlardan. Kes, kemir, ısır, kopar nafile, alışmış kudurmuştan beterdi. Herkesin ellerine bakardı, herkesin ellerine baktığını düşünürdü, o düşündükçe herkes ellerine bakardı ve çirkindi elleri, hayatı gibi…
Babası hiç ortalıkta olmadı, adamcağızın elleri güzel miydi bilinmez. Rahmetli anası, bizimki daha küçümenken yaramazlık yaptıkça ellerine ellerine vururdu, parmaklarının etlerini çimdiklerdi, tırnaklarına cetvel indirirdi. Canı yanardı yanmasına ama yine de sevinirdi, “Ya ellerim güzel olsaydı, o zaman yüreğim dayanmazdı buna işte,” diye düşünürdü, “varsın vursun anam, gudubetten daha gudubet olacak değiller ya!” Anasının elleri de çirkindi; hep kırmızı, hep şiş, hep çatlak, tırnaklar hep kırık, nasırlar hep azgın, hayatı gibi…
Genç kız oldu, iyice dellendi, gözlerini ellerden alamaz oldu. Arkadaşları serpildi, güzelleşti, maniküre gider oldu, rengârenk, mis kokulu ojeler sürülür oldu, bizim kız iyice utanır oldu. Onun ailesinde ayıptı böyle şeyler. Kadın eli dediğin bulaşığı yıkar, çocuğu tutar, sobaya odunu atardı. Hem mide dururken para mı vardı ele ayağa harcayacak? Haftada bir banyoda iyice temizlersin, vurursun makası, törpüyü, olurdu biterdi. İyi kadın, namuslu kadın, evine bağlı kadın eliyle ayağıyla fazla oynamaz, işine bakardı. Makbul kadın elinin görüp göreceği, en ucuzundan bir nikâh yüzüğü ile bir parça kına olabilirdi ancak. Bizimki de öyle yaptı ama eli işte, gözü ellerdeydi. Temizliğe gittiği evlerin hanımlarının hepsinin elleri güzeldi, akça pakçaydı, kremliydi, mis kokuluydu, hayatları gibi…
Hele bir Pervin Hanım vardı, hele Pervin Hanım’ın bir yüzüğü vardı, baktıkça bakasın, alıp takasın gelirdi. Taşı büyük, rengi yakut, işçiliği inceydi. Pervin’in güzelim ellerinde, ecenin başındaki taç gibi dururdu o yüzük. Hele kırmızı ojelerle bir araya geldi mi, eller de, kadın da bir ateş parçası kesilirdi, değdiği yeri yakan, dokunduğu yeri eriten kor misali. Bizimki aylarca yüzüğe baktı. O aylar boyunca iki düşük yaptı, kocası elleri daha güzel bir başkasına kaçtı, kadıncağız tırnaklarını yedikçe yedi, yedikçe başına yine şeytanlar üşüştü.
Bir gün temizlik sonrası Pervin Hanım, eline para sıkıştırırken, o kademsiz yüzük tenine değdi, aklı başından gitti. Kocası dokunduğunda böyle titrediği olmamıştı, o anda, oracıkta yüzüğe sahip olmak istedi. Takip eden günlerde o hissi unutmaya çalıştı. Başına ve tırnaklarına dadanan şeytanları görmedi, duymadı ama ateş bir kez düşmüştü yüreğe. Pervin Hanım güveniyordu ona, yılların emeği vardı, silinen onca camın, çitilenen onca donun, pişirilen onca türlünün hatırı vardı. Anahtar verilir oldu, bizimki evde tek başına kalır oldu, o fayans ovarken şeytanlar etrafında edepsizce dans edip, kahkaha atar oldu.
Bir akşam vakti, iş güç bitti, kova, fırça yerini buldu, bizimki salondaki koltuğa oturdu kaldı. Elleri kucağında, düşüncelere daldı. Her şeyi baştan aşağı, aşağıdan başa düşündü, işin içinden çıkamadı. Anası ne dediyse, kocası ne dediyse, Allah’ı ne dediyse, Pervin Hanım ne dediyse yapmıştı, yine olmamıştı. İlk gençliği, kocası, umutları hep yitmişti. Gözü yine ellerine takıldı. Biliyordu tüm bit yeniğinin onlardan çıktığını. Elleri bir parça güzel olsaydı, böyle mi olurdu hayatı ya! Güzel ellerle bir şeylere tutunmak daha kolaydı mutlaka. Kocaya da, paraya da, hayata da yapışırdı güzel eller. Tırnakları kadar çirkin düşüncelerle yatak odasına seğirtti, oymalı, kakmalı şifonyerden kadife keseyi çıkardı, sevdalısını eline aldı. Yetmedi, bir alt çekmeceye girdi, dantelli çamaşırların altında saklanan paradan haberi vardı nicedir. Çok değil, maniküre yetecek kadarını aldı, açgözlü, Allahsız bir insan değildi, yüzüğü de zaten geri getirecekti. Pervin Hanım’ın manikür parasının eksikiğini hissetmesi ihtimali ise bir filin sırtında yürüyen karıncayı hissetme ihtimaline denkti.
Tanınmamak için, üşenmedi, soluğu iki mahalle ötedeki kuaförde aldı. Kapıdan içeri salınarak girdi. Yüzük parmağındaydı ya, bambaşka bir kadın olmuştu bile. Manikürcü kıza ellerini uzatırken gülüyordu, cilveliydi, işveliydi, kalçası kıvrak, bakışları oynaktı. Öylesine farklı hissediyordu ki sefil hayatında ilk kez ellerinden utanmadı. Kız ne renk oje istediğini sorduğunda hemen “Kırmızı!” diye yanıtladı. Tırnaklarının, ellerinin ve karakterinin dönüşümünü izledi oturduğu yerden. İnsan bir makas, bir parça tırnak boyası ve gül kokulu ucuz krem yüzünden yaşadığına şükreder mi? Hiç olmadığı çocuk oldu, güzel elli, bakımlı genç kız oldu, keyif alan keyif veren bir kadın oldu o ucuz koltukta. Öyle mesut hissediyordu ki eteğinin dizlerinin üstüne sıyrılmasına, yerleri süpüren oğlanın arsız arsız bacaklarına bakmasına, dükkândaki diğer kadınların onu yadırgamasına aldırmadı bile.
Oğlan çıraktı, aslen çıraklık için yaşlıydı ama haytaydı, elinden ne bu iş geliyordu ne bir başkası. Yine de rahatı yerindeydi, kadınlara bakmayı, saçlarını yıkama, havluyu yerleştirme bahanesiyle onlara dokunmayı seviyordu. Bir de kırmızı oje sürdüren kadınların daha rahat olduğuna inanmıştı. Dikkat çekmek isterdi öyle kadınlar, “ben buradayım” diye bağırmayı severdi. Kadınların neden dikkat çekmek istediğini ise her erkek az çok bilirdi. Yaşça büyüktü yakut yüzüklü kadın ama güzeldi yüzü ve hep gülüyordu, sanki oje sürdürmek hayatında başına gelmiş en güzel şey gibi. Rahattı, kendinden emindi, çiçekli eteği süt bacaklarından yukarı kaçtıkça indirmemiş, oğlanın gözünün içine bakmaya devam etmişti. Bir gıdım tereddütü kaldıysa bile kadının kırmızı ojelerine bakınca silindi gitti. Kırmızı eğlenceli kadınların rengiydi, eğlencenin rengiydi, onun rengiydi, elinden gelse hayatın tamamını kırmızıya boyardı.
Bizimki işi bittiğinde ojesinin kuruması bahanesi ile oturmaya ve oğlanla sohbet etmeye devam etti, gözlerini kendi ellerinden alamıyordu. Yuvarlacık tırnakları, pürüzsüz parmakları, kıpkırmızı ojesi ile ömründe ilk kez ellerinin ve hayatının güzel olduğunu düşündü. Olanlara inanamıyordu. Her şey bu kadar basitmiş demek diye düşündü. Böyle bir dükkâna geliyorsun, elini bir tas suya sokuyorsun, kendini ağzı sakızlı, saçı kınalı, geveze bir kıza emanet ediyorsun ve hayatın değişiyor!
Nihayet evin yolunu tuttuğunda hava çoktan kararmış, birkaç cılız bulut tepesinde dolanmaya başlamıştı. Yağmur yağmaya başlarsa hemen bir dolmuşa atlarım diye düşündü; güzelim ellerimle para çıkartırım cüzdanımdan, ön koltukta oturan kadının eline bozuklukları bırakırken yüzüğümün kadının eline şöyle bir değdiğinden iyice emin olurum. Bu fikir karşısında heyecanlandı, kendi kendine gülümsedi, adımları hızlandı. O heyecanla olacak, arkasından gelen ve onunkilerden daha hızlı ilerleyen, daha genç adımları fark etmedi. Yağmurun ilk damlalarıyla birlikte insanlar çil yavrusu gibi dağıldılar, dolmuşlar ise bir tek boş koltukları bile olmadığından yanından son sürat geçip gittiler.
Çırak ona yetişip de o gün kendisinde bulunan emanet araba ile evine bırakmayı teklif ettiğinde aklına fenalık gelmedi. O güzel elleri, güzel bir yüzüğü olan, oğlanın anası yaşında bir kadındı. Güldü, söyledi, eğledi, eğlendi. İşin çığrından çıktığını fark ettiğinde mücadele etti ama artık çok geçti. Oğlan gençti, coşkuluydu, kuvvetliydi ve acımasızdı, hayatın kendisi gibi…
Üç gün sonra boş arsanın dibinde yatarken bulunduğunda kırıktı kırmızıya boyalı tırnakları, boynu gibi…
Ayça Erkol – edebiyathaber.net (17 Aralık 2012)