Söyleşi: Şirvan Erciyes
Şair Aydın Afacan’la son şiir kitabı “Âteşîn Beyaz” üzerine söyleştik.
Âteşîn Beyaz’da yer alan şiirlerin, kıvılcımlardan, alevden, volkandan, şimşekten, ateşgedelerden beslendiğini görüyoruz. Ancak ateş iki veçhesiyle çıkıyor karşımıza. Bruno ve Sivas’ı aynı şiirde buluşturan, zalimin ve cahilin elinde yakan yok eden ateş, şairin elinde karanlığa karşı gelen bir meşaleye dönüşüyor…
Ateş, bilinç ve bilinçdışında, günlük hayattan tarihe uzanan zengin bir yere sahip. Kültür ve uygarlık tarihi, bu ögeye ilişkin sayılamayacak çeşitlilikte bilgi içerir: Mitoslar, efsaneler, masallar, arketipler, şiirler, öyküler, figürler, resimler, büyüler, bilimler… Doğa ve kültür arasında ilginç bir konumu var; Levi-Strauss’un ‘çiğ ve pişmiş’ini düşünün… ‘Büyük Patlama’dan, hayatı var eden o büyük ateşten, insanın korkunç fiilleri için bir araç oluşuna kadar çok şey… Ateşe ilişkin bilgiyi besleyen böyle bir art alan var. Prometheus, onu ‘narthex’ kamışının içine saklayarak insana armağan ettiğinden beri, ‘iyilik’ ve ‘kötülükleriyle’ insanın tahayyül dünyasında kökleşmiş bir ögedir ateş. Âteşîn Beyaz, genel çerçevesini kısaca vermeye çalıştığım bu art alana ait çeşitli ögeleri kendi kişisel serüvenimle buluşturmayı denediğim bir kitap. Ayrıca ‘Dünyanın ateşlerine dair bir söyleşme’ hali; örneğin ‘ateş harfleri’ bölümünde Zerdüşt’le birlikte onun ateş illerinden dünyaya bakan bir söyleşi; okur da var orada, filozoflar ve başka şairler de.
Bazı şiirlerin altında yazıldığı tarihi görürüz. Hep merak etmişimdir şiir böyle bir anda yazılan bir şey midir? ‘Yazdım ve oldu?’ Aklında ve yüreğinde yıllardan beri mayalanan dizelerin, imgelerin, bilgilerin, görüntülerin, seslerin şiire dönüşmesi için büyük bir özenle ve emekle günler boyu çalışan bir şair var Âteşîn Beyaz’da.
Oradaki tarih, şiirin yazılıp ‘tamamlandığı’ tarihi de belirtiyor olabilir. ‘Bir anda’ yazılmasına gelince, edebiyat tarihinde böyle yazılmış şiirlerden söz edilir. Ama ben şiirin öyle ‘bir anda’ yazılıp tamamlanabileceğini düşünmüyorum. Şiir mutlaka çalışma ister; yeniden biçimlendirilmesi, bazı yerlerin değiştirilmesi, bazı yerlerin yeniden yazılması hatta bazen büyük bölümünün değişmesi gibi bir durum da söz konusu olabilir. Şiir vahiy yoluyla gelmiyor ki! Yeniden üretim süreci, şiirin çok anlamlılığa açık yapısı dolayısıyla okurda da devam eden bir süreçtir. İşte bu süreç, şairin yazıp (tamamlayıp) ortaya koyduğu biçiminden önce başlıyor aslında. Âteşîn Beyaz’da da yapılan bu.
“Dünya rüzgârlı bir kitap” ve “yeryüzü anılardır” diyorsunuz panta rei’de. Âteşîn Beyaz, tam da böyle rüzgârlı bir kitap, sayfaları rüzgâr çeviriyor sanki. Kitabın geneline baktığımda akan, dönen, çıtırdayan, yüzen dizelerin gerisinde beliren anıları, anılarda yaşayan insanları, onca yazarı / şairi ve mitolojiyi 87 sayfalık bir kitaba sığdırmayı nasıl başardınız?
Anılar, yaşantılar, kısaca hayat; çağrışımlar, izler, parçalar, anıştırmalar ve göndermeler yoluyla girer şiire; ‘şiir rüzgârının’ toplayıp getirdikleriyle… Tüm bunlar, şairin kişisel özellikleri, kültür ve bilgi birikimiyle biçimlenir. Yani doğrudan bir aktarım/anlatım yok. Sanatsal dolayım böyledir. Şiirsel anlamın yoğunluğu ve çağrışım zenginliği bu birikim ve dolayımdan kaynaklanır. İyi bir şiir kitabının ardında yüzlerce kitap vardır. Bu, okuduğunu aktarmak, ansiklopedik sergilemelerde bulunmak ve ukalaca davranmak anlamına gelmiyor elbette. Şiir sanatının gücüdür bu; binlerce yılın birikiminden gelen bir öz. Yine de bu ‘öz’, o birikimi temsil etmek veya örneklem oluşturmak gibi bir iddiaya sahip değildir. Çünkü her bir şiirin yaptığı başka bir şeydir; her biri kendi mecrasını oluşturur. Evet, her şeyin akmakta (panta rei) olduğu bir dünyada özlere, izlere dokunarak var olur şiir.
Belleğimizde ‘bir tufana dönüşen yağmur lekeleri’ görünür oluyor Âteşîn Beyaz’ı okurken. Turnusol kâğıdı gibi… Şairin ve şiirin işlevini sorgulatıyor biraz da?
Bellek benim çok sevdiğim bir sözcük; bireysel, toplumsal, tarihsel ve imgesel yönleriyle. Şiirsel bellek, yağmur lekesinden tufan yaratır. Bu onun doğasında var. Birçok şairde ve şiirde bu böyledir. Belli belirsiz bir kıvılcım devasa bir ateşi körükleyebilir. Şairlerin oraya koydukları bir im, okurlarını çok ötede bir tahayyül yolculuğuna çıkarabilir. Sanat yapıtının oluşumu bu yönleriyle okurda da devam eden bir süreç sayılır. Heidegger’den ilhamla söylersek, işte onun hakikati bu oluş içerisindedir. Orada sanata özgü bir praksis söz konusudur.
Âteşîn Beyaz’da yer alan şiirler ne doğuya ne batıya ait, öte yandan hem doğulu hem batılı; siz şiirlerinizi ve kendinizi daha çok nereye ait hissediyorsunuz?
Hem Doğu var hem de Batı; bazen biri diğerinden baskın görünebilir; ama benim konumum böyle. Dünya görüşümün Batı kaynaklı oluşu, onu Doğulu ögelerden azade kılmıyor. ‘Kişisel tarih’imde felsefe ve diğer sanatlarda da Batı daha bir baskın gibidir. Şiire ve edebiyata gelince orada durum ‘eşitleniyor’ diyebilirim. Masal başta olmak üzere, zengin bir sözlü edebiyat kültürü içinde büyüdüm. Doğu’nun derinliğine giden kapı oradan açıldı benim için. Sonra ‘doğunun büyük şiiri’… Sonra mitoloji, efsaneler, menkıbeler… İnsanın hayal gücü, bütün kültür farklarına rağmen, dünyanın bir ucundan ötekine ortak özellikler gösteriyor.
“Bu söz işte bu da ilik bu düğme” derken meydan okuma seziliyor biraz, zaten kitabın genelinde kendinden emin ve vakur bir ses işitiliyor. Peki, ilik düğmeye dar gelirse?
Bir tür ‘handikap’ da imliyor olabilir mi o dize? Kerem, Aslı’ya kavuştuğunu sanır ama bir hilenin ortasındadır. Kendisine armağan edilen sihirli gömleğin düğmeleri her açıldığında yeniden iliklenir. Kavuştuğu yerde, yanıp kül olur Kerem. Benzer biçimde, Yunanlı Sisyphos’un, çıkardığı tepeden her defasında aşağı yuvarlanan kayasını; Çinli Vu Kang’ın, kesilen her dalı o anda yenilenen akasyasını düşünün. Şiirin sözü işte: Hem cezadır hem ödül; açılır iliklenir, tam doruğa çıkmışken aşağı yuvarlanır, kesildiği yerde birden boy verir, kendi külünden doğar, yeniden ve yeniden…
“ve şair / senin şiir dediğin simyaya / ilktir / artık zehir bile demiyor zaman”, derken sitem sezilse bile “şiir mümkündür” diyerek umudu ve direnci besliyorsunuz. Sitem niçin?
Birbirinden ‘uzak mesafelerde’ iki ayrı şiirden dizeler; dikkatlisiniz gerçekten. ‘Mümkün’ derken bir ustaya gönderme var; yazılmaya devam edecektir şiir. Şairin işi zor yine de. Evet, bu, işin yazma cephesiyle ilgili… Bir de sizin ‘sitem’ olarak değerlendirdiğiniz dizelerden bakılan cephesi var ki, bu da şiire gösterilen ilgiye dair bir durum. Şiir, muktedir olanın düşmanlığıyla karşılaştığı durumlarda ‘zehir’ gibi görülmüş; şairler çeşitli biçimde cezalandırılmıştır. Bugün, durum değişmiş gibi; şiir pek önemsenmiyor. Dünyanın büyüsünü yitirdiği veya sözdeki büyünün toplum nezdinde zayıfladığı bir zamanda, ‘şiirin ciddiye alınmadığını’ söylemek çok mu ‘kara’ bir yorum?
Aşktır yolda olmak, “yollarda yenilenir dünya” diyorsunuz. Sanırım yol aramaktır biraz da varmaktan korkarak. Şiiriniz menziline ulaşmış izlenimi veriyor. Şairin yolu ne zaman biter?
Her yapıt kendi yolunu açar; sonra yeni yapıtlar… Şairin yolu bitmez, o an yazsa da yazmasa da hep yoldadır şair. Çünkü şiirin hakikati yoldadır.
Kendini hemen ele vermiyor Âteşîn Beyaz’da yer alan şiirler, anlama ermek için gayret etmek gerekiyor. Yeni yollar ve açılacak kapılar vaat ediyor. Ama sabırlı ve meraklı okura.
Yorumunuz için teşekkürler. Bu arada yeri gelmişken söylemeliyim: Özellikle ‘zor’ şiir yazıp ‘şu okuru perişan edeyim!’ diye bir derdi yoktur şairlerin. Şiirsel dil böyle kuruluyor, böyle yazılıyor. Şiiri diğer türlerden ayıran veya sanatları birbirinden, diğer disiplinlerden ayıran birtakım özellikler var. Aktarmacı/ anlatımcı bir tarzı öne sürenler, ‘doğal / organik’ bir söylem iddiasına dayanıyorlar ki, bu şiire uyan bir yaklaşım değildir. Çünkü söz konusu olan sanattır burada. Ayrıca, ilkel insanın ‘doğal’ dilinin veya mitosun büyülü ve simgesel özellikleri de göz ardı ediliyor. Şiirin kaynaklarından biri de bu dil. Aynı şekilde, tarihsel gelişmelerin, bilimin, felsefenin, romanın diğer sanatların gelişimi göz önünde bulundurulmuyor.
Mitoloji ve metinlerarasılık, poetikanızda önemli bir yere sahip, bu durum okurda tarihsel bütünlük hissi uyandırıyor. Şiirle ve mitolojiyle beslenen bir ırmağa karışmak gibi. Bu iki unsurun şiirinizde yer alma nedeni bu bütünleşme hissi ve aynı zamanda vefa olabilir mi? Yazdıklarıyla ve yaşadıklarıyla sizi/ bizi besleyenlere karşı…
İkisi de önemli benim açımdan. Ama örneğin şiirde mitos/efsane anlatmaktan ya da doğrudan aktarmaktan yana değilim; yeri geldikçe izler parçalar halinde yansımalar olur. Birçok şaire oranla daha az mitolojik ad veya efsane geçer benim şiirlerimde. Bu ögeler dolayısıyla haksız değerlendirmeler yapıldığı için söylüyorum bunları. İyi bir şair, yapıtlarıyla, kendi kişisel mitolojisini kurar. Benim yapmaya çalıştığım da bu… Mitoloji de metinlerarasılık da genel olarak şiirin oluşumunda temelli bir yere sahiptirler. Mitolojik düşünme, imgesel özelliğiyle şiire içkin bir şey zaten. Metinlerarası ilişkileri de her şairde, her yazarda bulmak mümkün. Ama bunun adını koyunca o şekilde dikkat çekiyor nedense! Bu noktaya gelmiş bir dünyada, her şeyiyle saf ve özgün bir yapıt ortaya koyduğunu öne sürmek ne kadar doğru olabilir ki? Tipik bir ‘okumaz-yazar’ tepkisiyle öne sürülen bir şey bu. Vefaya gelince; bellek doğal olarak vefayı da barındırır kanısındayım. İyi ki var o şairler, sanatçılar, bilginler; hem sundukları bellek için hem de yazma konusunda sağladıkları esin için onlara çok şey borçluyuz…
edebiyathaber.net (9 Mayıs 2016)