“Belli ki toplumun ortak belleğinden silmek istediği bu eksikleri, yaşanmışken tarihten yok edilmeye çalışılanları Ayfer Tunç kendi hafızasına gün gün not etmekle kalmamış, bunları birer toplum meselesinden çok, her bireyin tek tek kendi benliğinde çözmesi gereken birer sorun olarak görmüş: Böylesine yüksek sesle yapılan ve öfke uçlarında gezinen eleştiri biçimi, ancak problemleri sahiplenen ve bu olumsuzluklara karşı önlem almaya çabalayan bir algının yansıması olabilir.”
Kitleleri ilgilendiren, düşüncelerini açan kişinin özneyi ‘biz’ olarak kullanmak zorunda kaldığı meselelerin en çetrefilli olanının, toplumun geçmiş muhasebesi olduğuna inanırım: Bazen garip bir ‘ülkene ihanet etme psikolojisi’, kimi zaman da –ve çoğunlukla- eleştirilmeye açık olmayan, yüzyıllardır içine kapanmış olan toplumdan dışlanma, ötekileştirilme korkusu eleştiriyi yapacak olanı belirli bir alana sıkıştırır; konuşulmayınca gerçek olmadığına inanılan bir susku coğrafyasında o yüzden geçmiş önemsizdir: Yaşanılması gerektiği için yaşandığına ve öyle de bırakılması gerektiğine inanılan, yitirilmiş bir zaman diliminden fazlası değildir.
Bu yüzden “şifahiliği, kılık değiştiren sahte gerçeği” seven, olan bitenden çok kendi tasaradıklarını duymak isteyen bir toplulukta ne siyaset, ne resmi tarih, gerçek bir geçmiş yüzleşmesine soyunamaz; biriken kültür, yaşam algısı, sosyolojik refleksler en doğru biçimde, edebiyatın kalem terazisinde ölçülebilir. Gerçek şu ki, bu tip anlayış düzenlerinde kurmaca, realiteden daha gerçektir.
Sıkı Bir Hesaplaşma
“Geçmiş her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır” cümlesiyle açılan Memleket Hikâyeleri, geçmişle bugün arasında toplumun yaşadıkları, aykırıları, gelenekleri üzerine sıkı bir hesaplaşma niteliğinde. Öyle ki Ayfer Tunç, daha kitabın ilk cümlelerinde arşivleme kültürümüzün olmayışı, eski materyalleri yok etmemiz, siyasi tarihimizin yanılgılarla dolu olması üzerinden bizim için eskinin önemsiz olduğu sonucuna varır; yıkımları, dünya tarihinden kopukmuşuz gibi savruk yaşamayı, tarihi çarpıtmayı, kültüre olan ilgisizliği sevdiğimizi vurguladıktan sonra da iddialı ve üzerine kafa yorulması gereken bir çıkarım yapar: “Toplumsal karakterimiz ise hafızasızlık ve farkına varmak istemediğimiz ikiyüzlülüktür.”
Belli ki toplumun ortak belleğinden silmek istediği bu eksikleri, yaşanmışken tarihten yok edilmeye çalışılanları Ayfer Tunç kendi hafızasına gün gün not etmekle kalmamış, bunları birer toplum meselesinden çok, her bireyin tek tek kendi benliğinde çözmesi gereken birer sorun olarak görmüş: Böylesine yüksek sesle yapılan ve öfke uçlarında gezinen eleştiri biçimi, ancak problemleri sahiplenen ve bu olumsuzluklara karşı önlem almaya çabalayan bir algının yansıması olabilir.
Sosyolojik Anlatı ve Öykü Arasında
Memleket Hikâyeleri, bir yüzüyle sosyolojik bir anlatı, diğer yüzüyle de yazarının romancı yönü sayesinde memleket insanının karakterini, reaksiyonlarını ve algısını betimlemeyi amaç edinmiş bir öykü kitabı görünümünde: “Anlamak için boşluklara dokunmam, onları örmem, emin olamadığım gerçeği hikâye etmem gerekiyor. Anlattıklarımın birer hikâyeymiş gibi okunmasını talep ediyorsam da, tümüyle uyduruyor değilim. Yaptığım şey büyük siyah lekeleri kurguyla doldurmak, böylece başaramasa da bütün olmak isteyen bir anlatı kurmak.” diyor Ayfer Tunç, beslendiği memleket manzaralarının mekâna, kahramanlara ya da zamana sirayet edeceği, gerçeklerle bağını nispeten sıkı tuttuğu, fakat kendi içinde bütün sınırların daraltıcı etkisinden kurtulduğu edebi bir gerçeklik yaratmaya çalışıyor.
Memleket’in dünü ve bugününe karşı sempatik hisler beslemeyi çoktan terk ettiğini, kahramanının ağzından, “ülkemi sevmek için elimde ne kaldı?” cümlesiyle somut hale getiren Ayfer Tunç, bu nedenle iç hikâyelerde memleket manzaralarını okurken ümitten uzak, kötümser bir anlatıcıya bürünür: Şehirli-taşralı sendromunu, memleket hissinin hangi etmenlere bağlı olduğunu anlama çabasını, körü körüne empoze edilen milliyetçilik mantığının zararlarını, anayurttaki yabancılık duygusunu hareket merkezi aldığı hikâyelerini; evlendirilen küçük kız, hiç durmadan yazlıklarıyla övünen görgüsüz aile, daha iyi imkânlara sahip olmak için kendisi olmaktan vazgeçen genç kız, bikinili turiste saldıran tacizci mahalleli, üniversite okumaya giden doktor kızın yaşadığı yabancılık konuları çevresinde öyküleştirir, bir yandan da eleştirilerini sayıp döker.
Bir öyküye ayrıca parantez açmak lazım: Memleket ve millet kavramları arasında yakın bağ bulan Ayfer Tunç, iyi insanların bile kendi milliyetinden olmayanlar karşısında kinle dolabileceğini yansıttığı öykünün karşısına, Andrea isimli bir Yunanlı ile ortak kültür ve yaşantı üzerinden kurduğu dostluğu çıkartır ve katıksız bir milliyet anlayışı yerine benzer yaşanmışlıklarla oluşan ortak hisleri yüceltirken, dolaylı –ve bence haklı- olarak şunu söylüyor: Aynı topraklarda doğanlar değil, aynı hisleri paylaşanlar aynı millettendir.
Öykülerde Odak Meselesi
Memleket Hikâyeleri ile birebir örtüşmese de şehir-memleket-kurmaca çizgisindeki başarılı çalışmaların dikkat çeken noktasının, öykü/anlatılardaki merkez olduğu su götürmez: Sözgelimi Beş Şehir’de Tanpınar farklı şehirlerde gezer ve farklı öyküler anlatırken metninin bütününde memleketteki ‘ruh’u arar; Görünmez Kentler’de Calvino gerçek olmayan şehirleri düş atlasında hayalgücüyle birer birer inşâ ederken sırtını kurmacanın harikuladeliğine yaslar; İstanbul: Hatıralar ve Şehir’de ise Orhan Pamuk, kendi yaşantısının özüyle çevrelediği hikâye parçalarını bir devrin İstanbul’u ve ülkedeki kültürel değişimle özdeşler.
Parça parça öykülerin bütünlediği anlatılardaki bu en önemli ve ana omurgayı oluşturan unsur, yani farklı öykülerin arka planda birleşerek metni belirli bir eksen üzerine yerleştirmesi, Memleket Hikâyeleri’nde beklenilen gücün uzağında. Bunda baş faktör Ayfer Tunç’un memlekete karşı duyduğu öfkenin tamamına dokunmak istemesi; bu da onu, bir diğerini yeterlice bütünleyemeyen olayların anlatımına götürüyor. Ülkedeki eksiklerin, yanlışların odak olduğunu düşüneceğiniz sırada bu kez karşınıza –sayıları az- olumlu öyküler çıkıyor; bu, memleketteki gerçeklerin objektif olarak göz önüne serilmesi açısından doğru olsa da, hikâye etmedeki bütünlük açısından istenilen tadı vermeye yetmiyor.
Öykülerin arka plandaki bir merkeze bağlanmasının yanında, tek tek okunduklarında da belirli bir kaliteyi kotarması önemli; Memleket Hikâyeleri’nde Ayfer Tunç’un -seçimini çok olağan bulmadığım- şimdiki zaman anlatımı yüzünden, öykülemenin eksikli kaldığını söylemek mümkün: Şimdiki zaman belirli bölümlerde kullanıldığında etkili fakat kitabın bütününe yayıldığında anlatıcıyı metinden uzaklaştıran bir anlatım tarzı.
Ayfer Tunç’u, anlattığı öykülerden uzaklaştıran bir başka nokta da sıkça kullandığı ‘O yıllar’, ‘o zamanlar’ gibi, geçmişi işaret eden ifadeler. ‘O zamanlarda’ geçen ve buna karşın şimdiki zaman diliyle anlatılan olaylar, öyküleri memleketteki gözlemleri sonucu aktardığına inandığımız/inanmak istediğimiz yazarı metinden uzaklaştırarak, görünmez ve etkisiz bir alana hapsediyor. Kaldı ki memleket manzaralarını okuyan bir metinde yazar -ister kurmaca ister kendi olarak- diğer türlerden çok daha fazlaca metnin içinde olmalı: İnandırıcılığı, kabul edilebilirliği buradan gelir.
Memleket Hikâyeleri, tarih ve toplumla yüzleşme gücü ve yazarının bu amaçtaki gür sesiyle dikkat edilmesi gereken bir çalışma, yalnızca kurmacadaki başarısı açısından incelendiğindeyse daha etkili olabileceği hissi uyandırıyor.
Tekin Budakoğlu – edebiyathaber.net (5 Temmuz 2012)