Ayhan Geçgin romanları, genel olarak uzun, amaçsız, belli bir istikamete doğru olmayan yürüyüşlerin, bu yürüyüşler sırasında bilincin algılarının anlatılarıdır. Kenarda (2003), Gençlik Düşü (2006), Son Adım (2011) ve Uzun Yürüyüş (2015) merkeze, bu yürüyüşleri gerçekleştiren bir “ben” koyar. Bu “ben” izler ve düşünür. Bazen günlerce, sadece gündüzün geceye dönüşünü, günün batışını, ayın doğuşunu izler, inceler ve sanki bir yere sabitlenmiş bir belgesel kamerası gibi kaydeder. Roman ise okura sunulmuş kamera kayıtları olarak alınabilir, ama roman o kameranın kayıt yapışını, yani kameranın kendisini de izlediğimiz bir anlatıdır. Merkeze alınan bu “ben”, onunla bütünleşmemizi, onu izlememizi, onu anlamamızı ister. Bu “ben”, yazmak isteyen, yazacak olan, yazmakta olan “ben”dir.
Geçgin, 2018’de yazdığı Bir Dava’yı ayrı tutacak olursak, onu Ayhan Geçgin yapan romanlarında akılda kalacak karakterler yaratmaz. Romanlarında yer bulan karakterlerin genelde bir ismi bile yoktur. İsmi olsa bile hepsi o anlatan, içsesine, bilinç akışına, dünyayı algılayış biçimine yoğunlaştığımız, görü ve sezisiyle bütünleşip anlamaya çalıştığımız “ben”in kendisi gibi gölge figürler olarak anlatıda yer bulur.
Anlatıların mekânı olan kentler tüm çirkinlikleriyle, sakillikleriyle, fakirlikleriyle, kalabalıklarıyla en ince detayına kadar tasvir edilir. Geçgin deneysel “ben”leri aracılığıyla bu kentlerin yoğurduğu, bu kentlerin yediği, yuttuğu, dönüştürdüğü, harcadığı insanları izler. Bu “ben”, genellikle, izlemekte olduğu dünyaya yabancılaşmış, hissizleşmiş, acıma duygusunu veya diğer tüm duygularını, istemini yitirmiş veya yitirmekte olan bir bendir. Hem bu kentlerde (bu ülkede) yaşayıp hem de umut vadetmesi zor olan gençlerin bilincini temsil eder. Kent, koca bir ülkenin de aynası, mikrokozmudur: sefil, zevksiz, kirli, çirkin, derme çatma, plansız, kalabalık. Bu kentler, insan öğütme makineleridir. Her yerin kenar semt olduğu, kendileri de kent olamamış kentlerdir. Pis, zalim, dağınık, mutsuz, soğuk, küflü, kokuşmuş… Üst yapısıyla alt yapısı aynılaşmış, her yerin lağım olduğu bu kentlerde insanların da lağım faresinden farkı kalmaz.
Bu kentlerde “genç” olmak, hayaller kurmak, geleceğe umutla bakmak, zinde ve mutlu hissetmek imkânsızdır.
Ayhan Geçgin, anlatılarını modernist bilinç akışı tekniğine her ne kadar yaklaştırsa da, romanları, bir “ben”in iç dünyasına (hislerine değil düşüncelerine odaklanarak) her zaman realist, detaycı betimlemelerle yaklaşır. Bu romanlar, çağdaş Türkiye’yi kentleriyle ve köyleriyle göründüğü biçimde yansıtan, ülkenin gündemini, politik ve sosyal çatışmalarını es geçmeyen gerçekçi tasvirler içerir. Çağdaş romanımıza ve edebiyatımıza estetik değer ve üslup açısından kıymet katan Ayhan Geçgin’in romanlarını modernist bir tavırla yazılmış, geleneksel gerekçi romanın aksine bir olay örgüsü veya eylem odaklı olmayan, anlatıda nedenselliği ilke edinmeyen, çağdaş gerçekçi, fikir romanları olarak sınıflandırabiliriz.
Yürümek, Ayhan Geçgin’in yaşamaya dair en güçlü metaforudur. Romanlarında merkeze alınan eylem yürümek, yürürken izlemek ve düşünmektir. Yaşamı bir yürüyüş olarak ele alır. Bir yerden bir yere olmayan, her yerden her yere, yönü her an değişen bu amaçsız yürüyüşler, merkeze alınan “ben”in süngersi bilincini dolduran algılarla tasvir edilir. Öte yandan, yürürken algılayan, düşünen, gören “ben”, bu imgelerle dolmaz. Bu imgeler sadece “ben”in içindeki boşluğu büyütür. Dolu bir boşluğu doldurup boşaltmayı iş edinircesine… Bu karanlık boşluk ve devinim, bu boş döngünün karşılığı olarak alır Ayhan Geçgin var oluşu.
Geçgin’de zaman da, aynı yürüyüşler gibi, bir yerden bir yere doğru değildir. Kronolojik akmaz. Çünkü bilincin zamanı art zamanlı değildir, orada zamanın içsel buyruğu yoktur. Geçgin’de zaman, “tek tek anların üst üste binmesinden, birbirine eklenmesinden ama sürece evrilememesinden” oluşur. (Gençlik Düşü, 235)
Boş bir döngü… Boş (uzam) bir döngü (zaman)… Bu uzam ve zaman algısında boşluk o “ben”in yükü, döngü ise kaderi ve hatta kederidir.
Nedenselliğin olmadığı bu evren Gençlik Düşü’nde hastalıklı bir yaşam, yaşam hastalığı olarak tasvir edilir. (191) Yalnız bu vardır. Yaşamın gölgesi de insana şöyle bir dokunup geçer. Geçgin’in “ben”i hep kenarda, ilişik, iğreti duran ve içinde büyüyen boşluğu yazmakta olan bir bendir. Tek umudu yazmaktadır. Ama şunun da farkındadır: Yazsa bile onu kim okuyacaktır? Cevahir Hala mı? Semo Dayı mı? Genç bir entelektüelin, bu ülkede asla en yakınlarını, akrabaları tarafından okunmayacağını, onlardan entelektüel geri dönüt alamayacağını bilir. (216)
Uzun Yürüyüş’ün deneysel “ben”inin haberini 9 yıl öncesinden, Gençlik Düşü’nde verir Geçgin. “Zaman senin için kaçınılmaz eylemle sonraki arasındaki mutlak bir bekleyiş. Arada sen tıpkı şu çalı gibi herhangi bir şeysin.” (96) Yunus ve İpek’le aynı evde kalırken geçen konuşmada İpek onu şöyle tasvir eder: “Bekleme salonunda gibi yaşıyorsun. Hiçbir şeye aldırmam, nasıl olursa olsun, her koşulda yaşarım gibi yapıyorsun.” Anlatıcı ise İpek’in böyle düşünme sebebini şöyle açıklar: “Böyle düşünmesinin nedeni de bana para göndermeseler bile bir biçimde yaşayıp gidebileceğimi, hatta paraya gereksinimim olmadığını, gerekirse insanın Manisalı Tarzan gibi bir ormanda ya da dağ başında da gayet iyi yaşayabileceğini öne sürmemdi.” (100)
Geçgin, Gençlik Düşü’nde öne sürdüğü bu iddiasını Uzun Yürüyüş’te ispat etmekle kalmaz, onu en uç noktaya taşır. Felsefi bir sorgulama olarak varlığı sıfır noktasına, şeye indirgeme deneyi yapar. İnsan olmaya son verme, saf, canlı bir varlık olarak doğanın parçası olma, hayatta kalmaya çalışma, bilinci susturma, belleğe, söze, dile ve bilince bağışık olan yaşamı bitirme deneyi yapar. İnsanı ruhundan ayırıp bedene indirger. Zoon Politikon (sosyal hayvan) olan insan tanımından politikonu, Homo Sapiens’ten sapiensi (düşünen, bilen kısmını) atar. İnsan varlığını, diğer tüm canlı/cansız varlıklarla eşitler. Yürüme eylemini açlık, sessizlik, hastalık, çıplaklık, toplum dışılık ve mutlak yalnızlıkla harmanlar. İnsanın doğa ile kurduğu “hümanist” yani yağmacı, insan merkezli yaşam felsefesini ters yüz eder. İnsanın kendine atfettiği kibirli payeleri söküp atar. Her şeyi boşunalaştırır, nedenselliği fesheder. Uzun Yürüyüş’ü okumak, insan olmakla ilgili yapabileceğimiz en çarpıcı deneylerden biridir. İçimizde, oradaki “ben” gibi olma isteği, amaçsızca yürüyüp gitme (ama nereye olursa) isteği duyarız. Roman bize ihtiyacımız olan bir tokat atar ve bu tokat sadece toplumsal hastalıklarımızın, sözümona kültürel ve medeni varlığımızın, kendimizi beğenmişçe doğayı hor kullanmamızın, hiçbir şeyle yetinmeyen açgözlü yapımızın, bitmek bilmez arzularımızla şekillenen kapitalizm ve tüketim toplumunun bizi getirmekte olduğu antroposene giriş dersi olarak okunabilir. Tavır Deleuzyen anlamda toplumsal hastalığa teşhis koyar, semptomları okur ve sağaltıcıdır, roman ise Deleuze’un tanımıyla “minör edebiyat” a çok güzel bir örnektir.[1]
Ayhan Geçgin sefaletin izini kentten köye, köyden kente süren bir yazardır. Kenarda, köyden İstanbul’a göçmüş insanların hayat mücadelelerini, aile fertlerinin nasıl heba olduğunu bazen de kaybolduğunu, var olma çabalarını, Zeytinburnu-Bakırköy arası deri fabrikalarında geçen ömürleri, o semtlerin delilerini, dilencilerini, pis kenar mahallelerini anlatır. Merkezdeki “ben” yine uzun uzun yürür ve izler.
Geçgin romanlarında zaman, zaten son bulmuş ama hala içinde yaşanıyor gibidir. Bu sefil kentlerde, bu kalabalıkta sürülen çirkin yaşam, bitimsiz döngüsünde bir insan öğütme makinesidir:
Her yerde yaklaşan ama yaklaşıldığı ölçüde uzaklaşan bitimsiz bir sonun varlığı kendini duyuruyordu. Bir son gerçekleşmemişti ama gerçekleşmesi bitmiş değildi. Öyle ki, yaklaştığı ölçüde uzaklaşsa da, olmuştu, dahası oluyordu, üstelik olmayı sürdürüyordu. Sanki zaman çizgisi bir sona gelmiş, toprakla birlikte yitip, burada bitmişti. Ama son bitmemişti, kendini bitimsiz bir an, bir şimdi olarak sonsuza kadar yaymıştı: her an bir sona yaklaşıyor, her an başlayan, sünüp giden günde ışığın sönmeden önceki son pırıltısı gibi sonun yaklaştığı duyuluyor, her an olup, sürüp, sonu bildiren bir sonraki âna yerini bırakarak değişmez bir gök gibi kıpırtısız sürüyordu. Bir yandan belleğin yitip gittiği bu ölü zamanda, zamanın ölümünü yaşayıp durduğu kıpırtısızlıkta her şey olup bitmişti. (Kenarda, 128)
Zaman, ilerleme, geçme, akma hissi vermiyorsa sonlanmıştır. Ama Geçgin için bu son bitmemiş sürmekte olan bir sondur. Bu ahir zamanda kişi, yaşamı ancak işsiz güçsüz, amaçsız, umutsuz, mutsuz yürüyüşler olarak yaşayabilir. Sürmekte olan bu sonun duygusu belleği önemsizleştirir. Geçmişi ve geleceği manasızlaştırır. Bu yüzden Geçgin, bellekten ziyade bilinç ve algı ile ilgilidir. Biz okur olarak onunla yürür, binlerce imge çekeriz sünger gibi ama romanları bitirdiğimizde ne okuduğumuzla ilgili pek bir şey hatırlamayız. Yürüyüşten başka… Yalnız yürüyüşler… Yalnız, yürüyüşler. Çünkü bellek, zamanın sonunda, sürecin yerini birbiri üstüne çöken anlar aldığında gereksizleşir. Geriye o boş döngüde yürümekte olan “ben” ve onun bilinci kalır. Ben, şimdi, sonun şimdisinde, boşlukta, biteviye yürür, izler. Kentte, sokakta, mahalle aralarında çöpün biriktiği gibi biriken insanları, çöp yığınlarıyla eşitlenmiş insan yığınlarını izler. Parkta (Ankara’da Kuğulu, İstanbul’da Maçka Parkında), bazen de sokak aralarında durup veya oturup geleni geçeni izler. Birahanede oturup etrafını izler, dinler. Evin penceresinden karşı pencereleri izler. Hep izler. Hep. Ve sorar: “Gitmek, ama nereye?” (Kenarda, 190).
Bilir ki, gitmek, sıyrılmak geride bırakmaktır. Ölü kabuğu atmak, bir şeylere yeniden başlamaktır. Belleğin kalınlaşan ölü kabuğunda bir tünel açmaya çalışmaktır. Böylece yalnızca geçmiş değil, zamanın kendisi de orada öz varlığını serebilsin, kendini ölü olandan kurtarsın. (191) Yine bilir ki, bu boş bir umuttur, zaman son bulmuştur, sonun sürdüğü, bitmediği bu evrende hiçbir şey geride bırakılamaz, hiçbir ölü kabuk yenilenemez. Umut yeşeremez. Çünkü gelecek feshedilmiştir. Anlam yok olmuştur. Anlamın olmadığı yerde hikâye de anlatılamaz.
Hikâye yoktu, çoktan zamanını doldurmuş, bitmiş, sona ermiş, bir çukurda kaybolmuştu. Bunlar ölü bir dilin artıkları, sırıtan, çok önce ölmüş ama ölmeye karşı koyan, bir gevezelik gibi kendini yineleyip duran sözcük parçaları, paçavralar, bir çuval dolusu çöp, bitmeyen uğultuydu, bir toz dumanıyla her yeri kaplayan karmaşaydı. Karmaşanın gerisinden bazı bazı henüz dil olmayan sessiz bir şey kapalı bir ağzın içinde, dişlerin gerisindeki bir dil gibi kıpırdayıp kendi kendini belli belirsiz duyuruyordu. (198)
Ayhan Geçgin de, bu yüzden, hikâyeci değildir. O, henüz bir dil olmayan sessiz bir şeyin zihinde, kapalı ağzın içinde kıpırdanışlarının yazarıdır. Sürekli, benzer biçimde aynı ölü kabukları, çirkin kentleri, gölge benler kullanarak anlatır ancak ne gariptir ki biz Geçgin okurken hiç sıkılmayız. O uzun yürüyüşler bize iyi gelir. Sağaltıcıdır. Yürümek isteğiyle dolarız. Gitmek değil, bir yere doğru değil, sadece yürümek…
[1] Bkz. Gilles Deleuze. Essays: Critical and Clinical. Trans. Daniel W. Smith. Minneapolis:University of Minnesota Press, 1997; Gilles Deleuze & Felix Guattari. Kafka: Toward a Minor Literature . Trans. Dane Polan. Minneapolis: University ofMinnesota Press, 2012.
Zekiye Antakyalıoğlu – edebiyathaber.net (3 Mart 2020)