Söyleşi: Canan Aydın
“Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın.” Bu sıralar ne de çok ihtiyacımız var bu cümleye. Dostlarımıza şöyle sıkıca sarılıp dertleşemeyeli, havadan, sudan şeyler konuşamayalı ne uzun zaman oldu. Zorlu bir ülkenin zorlu çocukları olduk zamansız. Hep bir hengame hep bir olaylar zinciri. Bir gerilim filminin içinde savrulup duruyoruz. Yazar Ayhan Koç yeni kitabı ‘Cümle Göğün Mavisi’nde tüm bu yaşananları yazar gazeteci Fevzi Durukan’ın gözünden anlatıyor. Şu, hayattan yoksun kaldığımız günlerde İthaki Yayınlarından çıkan kitaba gömülüp bir kez daha bu ülkenin çocuklarının, gençlerinin, yetişkinlerin içsel yolculuğuna eşlik edebilirsiniz. “Kuşku duymadığım bir şey var, o da her açıdan dünyanın tadının kaçtığı bir döneme denk geldiğimiz. Büyüsünü yitirmiş bir dünya bu” diyen yazar Koç’la kitabını konuştuk.
‘Cümle Göğün Mavisi’ yarım kalmış bir cümle gibi ve içinde pek çok sır barındırıyor. Kitabın ismindeki bu sırrı bizimle paylaşır mısınız?
Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin ilk kitabı Swann’ların Tarafı’ndaki bir söze cevap. Söz konusu kitapta Hayatınızın üstünde hep bir gökyüzü parçası bulundurmaya çalışın diye bir söz vardır. Fevzi bunaldığı bir an bu cümleyi aklına getirip tavsiyeye uyar, göğe bakar ve şöyle bir cümle belirir romanda. Bir asır önce daha az ev, daha az savaş, daha az insan, daha az gürültü varken Proust’un vardı bir bildiği, diyor kendine, ama baksana şimdi bir gönlün sızısına dahi yetmiyor cümle göğün mavisi. Roman için isim düşünürken bu cümleye rastladım. Göğün bile bize merhem olmadığı şu kasvetli dönemi aktarmaya çalışan bir romana bu ismin çok yakışacağını düşündüm.
Güncel, politik olayları edebiyatla bir araya getirme fikri nasıl oluştu?
Günümüzde yaşadığımız sorunların Türk edebiyatına yeterince yansıtılmadığı açık. Çoğu insan buna katılacaktır. Elbette bu görmezden gelişin yazardan yayınevine, didaktizme yenik düşme korkusundan okur talebini ayrıştırmama politikasına, gırla sebebi var. Sonuç olarak bugün Türk edebiyatına baktığınız zaman, sanki bugünler hiç yaşanmıyormuş gibi bir hava var. Başkalarından böyle bir roman beklemek yerine, neden yazmıyorum, diye düşündüm. Zaten önceki iki kitabımda da metnin imkanları dahilinde suya sabuna dokunmuştum.
Romanın kahramanı Fevzi Durukan’ın başından geçenler pişmiş tavuğunkiyle yarışır. Olayların kahramanı Bay F’yi bir gazeteci olarak görevlendirmenizin nedeni ne?
Fevzi aslında bir roman – öykü yazarı. Okurunu bulamamış yazarlardan. Bir türlü edebiyat camiasında kendine yer edinememiş zira kitabı çok satsın diye ayak oyunlarına girecek, onun bunun avlusunda süpürge sallayacak biri değil. Bir noktadan sonra yazarlığı bırakıp en yakın arkadaşının çalıştığı gazetede işe başlamış. Ama romanı okuyanlar görecektir, birçok yerde Fevzi’nin kendini gazeteciden ziyade hâlâ yazar olarak tanımladığı ve gönlünün edebiyattan yana olduğu belli oluyor.
Fevzi Durukan, yapması gerekeni yaparak hükümete dek uzanan yolsuzluk belgelerini haberleştiriyor. Fevzi, kimilerine göre bir kahraman, kimilerince bölücü militan. Aslında F, korkularıyla, zayıflıklarıyla yüzleşmeye çalışan bir yurttaş. Siz roman aracılığıyla F’ye nasıl bir dünya vaadediyorsunuz?
Burada asıl üzerinde durulması gereken, Fevzi’nin yeni bir dünya vaadiyle kandırılıp kandırılamayacağı. Özellikle ikinci bölümde Yabancı adlı alter egosuyla yaptığı sohbete bakıldığında, Fevzi’nin dünyaya, ölçeği daraltırsak Türkiye’ye karşı bir umudu olmadığını görüyoruz. Yıkık dökük bir dünyanın öznesi o. Hiçbir şeye tam manasıyla intibak edemiyor, hiçbir şeyi cansiperane savunmuyor. Sizin de vurguladığınız üzere korkularıyla yüzleşmeye çalışan çelişkili biri. Cihan bir bölümde Fevzi’yi “Tanrı’ya inanmayıp Tanrı varmış gibi sofuca davranmaya devam eden bir ruh hastası” olarak tanımlıyor. Egzajere bir tanımlama ama haklılık payı var.
Kadına şiddet, trans cinayetler, faili meçhullere karşı haberler yapan Fevzi, toplumsal olaylar karşısında duyarlı bir gazeteci. Ancak Bay F için konu, annesi, kız kardeşi veya eşi olunca neden yeterli hassasiyeti gösteremiyor?
Gündelik hayat içinde hepimizin her an düşebileceği bir ikilem bu. Ödev belleyerek toplum içinde sergilediğimiz bir temsil vardır, bir de o temsilin altında sakladığımız gerçek. Fevzi’nin bir gazeteci olarak geçmişte bahsettiğiniz problemler hakkında kalem oynattığını öğreniyoruz. Şu var ki zaten ondan beklenen şey bu değil mi? Hangi gazeteci kadına şiddeti savunur ki? Tabii İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın diye takla atan yandaş basının neferlerini hariç tutuyorum. Fakat aynı şey kendi başına geldiği zaman Fevzi’nin özene bezene kurduğu o duyarlı, sağduyulu persona un ufak oluyor. Teori ile pratik çatışıyor. Romanın konusundan hareketle, eşi tarafından aldatılmış birine akıl vermek, üstten bir bakışla, herkesin ardında saf durabileceği tavsiyelerde bulunmak kolay. Peki kendi eşiniz sizi aldattığında başkalarına bol keseden dağıttığınız bu tavsiyelere uyacağınız, o an içinizde kabaran öfkeyi dizginleyebileceğiniz ne malum?
Romanda adı geçen Suriyeli Ayşe benim kahramanım. Siz onunla sağlam bir empati kuruyor, nasıl bu kadar başarılı bir içses olabiliyorsunuz?
Yedikule’de ve şu an bulunduğum yerde çok kere Suriyeli mültecilere denk geliyorum. Çat pat Türkçe ve İngilizce konuşarak dertlerini dinlemişliğim var. Bazı dertleri tanıdık geliyor bazı dertleri ise hiç mülteci olmadığım için uzak. Hiç unutmuyorum, sırf vatandaşlık için ailesinin zoruyla bir Türk ile evlendirilen, evden kaçınca bir süre hayat kadınlığı yapmak zorunda kalan Suriyeli bir kadınla tanışmıştım. Anlattıkları çok çarpıcıydı. Anlayacağınız, Ayşe karakterini yaratmak ve bir bölümü onun gözünden aktarmak benim için zor değildi. Zor olan seksen milyonluk memleketimizde onunla empati kuracak fazla insan olmadığını bilmek.
Kitap, edebiyattan çok güncel olaylarla ilgili soru üretmeye itiyor. Bu bir yazara ne hissettirir?
Orhan Pamuk gibi otuz senedir benzer soruların muhatabı olsaydım belki yaka silktirirdi ama bu roman özelinde bir problem olarak görmüyorum.
Romanda olaylar örgüsü bildiğimiz ülkede, tanıklık ettiğimiz zalim zamanlarda geçiyor. Kitabınızda işsizler, kadınlar, tutuklu gazeteciler, eşcinseller… Bu bir romanda odak sorunu yaratabilir ne dersiniz?
Şahsen şayet gerçekçi bir roman yazacaksak, gerçeğin edebiyat namına törpülenip ortaya steril, tek hedefe odaklanmış bir metnin çıkmasını doğru bulmuyorum. Her karakterin kendine özgü bir dünyası vardır, hatta bazen bir karakter birden fazla şeyi temsil edebilir. Romanda sözü edilen meselelerin hiçbiri yabancı değil bize. Her gün görüp tanık olduğumuz şeyler. Aksine eğer bunları eleyip tek bir noktaya spot ışığı vurmuş olsaydım, bu bir roman olmaktan çıkıp bir piyese dönüşürdü.
Edebi bir metne, Türkiye’nin hayli hareketli geçen 20 yılını sıkıştırmak okur için yorucu olabilir?
Kimseyi gücendirmek istemem, itiraf etmek gerekirse yazarken en son düşündüğüm şey okurlar oluyor. Yazmak istediğim şeyi insanların beklentilerini dikkate alarak biçimlendirecek olsaydım şu an ya epey ünlü bir yazardım ya da Fevzi gibi yazarlığı bırakmış biri.
Fevzi ve ‘geçici dostu’ Cihan’ın edebiyat sohbetine istinaden, romanın en sevdiğim “Serenissima Kalyonları” bölümüne “ba-yıl-dım” demeye çekiniyorum. Gerçekten bu kadar kirlendi mi edebiyat dünyası?
Teşekkür ederim. Belki en sonda söylemem gereken şeyi en başta söyleyeyim. Türkiye’nin her kesiminde baş gösteren yapısal yozlaşma mikro düzeyde edebiyat camiamızda da mevcut. Sözgelimi konu siyaset olunca liyakat sisteminin çökmesinden ve istifa kültürünün olmamasından yakınan A yazarı, birden fazla edebiyat ödülünün jürisinde olduğu için gelen eleştirileri kabul ederek istifa etmek bir yana dursun, eleştirileri kulak ardı edebiliyor. Şu ana kadar bu nedenle jüriden çekilen birini görmedim, siz gördünüz mü? Türkiye’de okur az. Okurun niceliğine kıyasla yazar ve yayınevi fazla. Her ay yüzlerce yeni kitap raflarda boy gösteriyor. Yayınevlerinden yazarlara ve editörlere herkes bu ardı arkası kesilmeyen yoğunluk içinde kendi kitaplarını görünür kılmanın peşinde. Bu anlaşılır bir şey ve Türkiye’ye özgü değil. Fakat, kendi kitaplarımızı ve yazarlarımızı parlatırken, dergilere, kitap eklerine reklam verip karşılığında yeni çıkan kitaplarımız hakkında röportajlar, inceleme yazıları “rica” ederken veya ödül kazanmak için lobi yaparken o yazıyı, o ödülü hak eden başka yazarların hakkını yediğimizi unutuyoruz. Daha konuşacak, anlatacak çok şey var ancak mimlenmeyi göze alarak romanda mümkün mertebe bu konuya değindim zaten. Merak eden okuyabilir. Okumayacaklar içinse özet geçeyim. Başka bir vesileyle kaleme aldığım bir yazımda dile getirdiğim gibi, Türk edebiyat camiasının Decameron’un birinci gün dördüncü kıssasındaki manastıra kız atan keşişler gibi olduğunu düşünüyorum. Herkes herkesin günahını biliyor, herkes herkese “Sus yoksa ben de seni söylerim,” der gibi
Yani C’nin dediği gibi edebiyat öldü mü, yoksa F’nin düşündüğü gibi hala yaşıyor mu?
Bir gün uyanıyorum, edebiyatın öldüğünü, şu çağda bir şeyler yazarak kendimi paraladığımı düşünüyorum. Bir gün uyanıyorum, edebiyatın her şeye rağmen var olduğuna inanıyorum. Sanırım problemin kaynağı edebiyatı düşünürken neyi, hangi dönemi referans aldığımız. Eğer 19.yy’dan 20.yy’ın ilk yarısına tekabül eden dönemi baz alırsak, evet o bildiğimiz edebiyat öldü. O güçlü metinler artık yok, zaten o okur kalmadı. Postmodern edebiyata ve çeşitli türlere önyargı beslemiyorsak, belki geçmişteki kadar değil ama hâlâ iyi metinler çıkıyor ortaya. Kuşku duymadığım bir şey var, o da her açıdan dünyanın tadının kaçtığı bir döneme denk geldiğimiz. Büyüsünü yitirmiş bir dünya bu. Çevremdeki çoğu insan okumaktan zevk aldığı için değil, afili lafları avlamak ve sosyal medyada kitap teşhir ederek sergilediği imajı güçlendirmek için eline kitap alıyor. Kitabı masaya yerleştir, yanına iki espresso. Kuşbakışı fotoğraf çek, filtre uygula, açıklamaya birkaç şey yaz, Instagram’da paylaş. Oldu bitti. Gelen yorumlara bakıyorsun, kitaptan ziyade fotoğrafın estetiğiyle alakalı yorumlar. Bilmiyorum bana çok saçma geliyor. Fakat devir böyle, bir şey diyemiyorsun.
Hikaye süresince pek çok eleştiriyi Bay F’ye değil romanın diğer karakterlerine söyletiyorsunuz. Düşüncelerimize tanık arama, bir günah keçisi bulma çabası gibi…
Türkiye’de didaktizmin tanımı öyle geniştir ki birçok okur belirli bir ideolojiyi benimseyen, sivri dilli karakterleri görür görmez irkilerek metnin didaktik olduğu yanılgısına düşüyor ve emin ol, editörler bile bu yanılgıdan azade değil. Alışık değiller çünkü. Oysa bir metnin didaktik olması için o metnin çepeçevre belli bir görüşü okura dayatmaya çalışması gerekir. Bu açıdan Terry Eagleton’la hemfikirim. Didaktizm yerli yersiz eleştiri konusu yapılabiliyor.
Dürüst olmak gerekirse, Cümle Göğün Mavisi ele aldığı üç gün boyunca mayınlı bir arazide yol alıyor. Her an bir mayına basarak didaktik bir patlamaya neden olabilirdim. Bunu aşmanın yolu, her görüşün bir karşıtını romana eklemek, antagonistten başkahramana hiçbir karakteri yüceltmemek, şeytanlaştırmamaktı. Örneğin, Cihan Fevzi’nin hoşlanmadığı popüler edebiyatı temsil ediyor ama aynı Cihan’ın yazdıkça kendini geliştirdiği ve son romanının epey iyi olduğunu öğreniyoruz. Sermet karşımıza yolsuzluk dosyalarını gazetede yayımlayan onurlu – cesur bir gazeteci olarak beliriyor fakat sayfalar ilerledikçe umduğumuz aksine Sermet’in cesur biri olmadığına şahit oluyoruz. Ve başkahraman Fevzi. Fevzi okurun kolaylıkla özdeşim kurabileceği bir karakter değil bana göre. Gerek diyaloglar gerekse de eşinin güncesi olsun, Fevzi’nin hiç de katlanılır tipte bir insan olmadığını görüyoruz.
Rıfat Ilgaz’ın Karartma Geceleri adlı eseri de dönemin haleti ruhiyesini ustalıkla anlatıyor. Sinemaya da uyarlanan eserde olduğu gibi siz de eli kalem tutanların yaşadığı zalimliklerin zamansızlığının resmini çiziyorsunuz. Peki, sizce iyi bir roman nasıl olmalı?
Fevzi ve Cihan arasındaki en temel çatışma konusu muhtemelen bu. İyi metin nedir? Evrensel bir iyi, evrensel bir güzel ideası var mıdır? Cihan’a bakacak olursak, iyi ve güzel dediğimiz şeyler kültür endüstrisinin belli değişkenleri kullanarak yarattığı birer illüzyondan ibaret. Ona göre Kafka hem büyük bir yazar hem de piyasa tarafından üretilmiş kullanışlı bir imge. Fevzi ise bu konuda muhafazakâr, ona göre evrensel bir iyi – güzel ideası var ve metin bu ideayı içinde barındırıyor. Yani biri metin dışını diğeri metnin içini referans alıyor. Haddime değil ama bana kalırsa, yazarın niyetiyle metnin niyeti eğer dil ve kurguda uyum gösteriyorsa, evet o roman iyi bir romandır ama bu, benim o romanı beğeneceğim, o romanın bana hitap ettiği anlamına gelmiyor. Ve tabii bunu anlayabilmek için de üstünkörü değil, vaktimi vererek okumam gerekiyor.
edebiyathaber.net (1 Aralık 2020)