Edebiyatla müziğin birleştiği bir roman okumak isterseniz, Mehmet Coral’ın geçtiğimiz ay Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan Luçerna’nın Kuğuları isimli kitabı oldukça ilginizi çekecektir.
Yazar, kapakta da yer aldığı üzere, aykırı bir aşk hikâyesi ile okurunun karşısına çıkıyor. Kurgunun temelinde yer alan bu aşk hikâyesi, yalnızca iki kişi arasında yaşanan “deli” bir aşkı anlatmakla kalmıyor, müzik aşkı, ona hayatını vermiş bir sanatçının içinde yarattığı tutkuyla aşkın birleşimi oldukça farklı bir bakış açısıyla okura aktarılıyor.
Kurguda yer alan başkarakter Toprak adında bir yazar ve yeni kitabını yazabilmek için yeni bir esin kaynağı arıyor. Çeşme’de, Sakız Adası’nda aradığı esini bulamayınca, soluğu kendi tabiriyle kuğular ve ışıklar kenti Luçerna’da alıyor. Luçerna, İsviçre’nin Luzern şehrinin İtalyanca ismi. İlk olarak, başkarakter, Luçerna’ya gidip de orada kendisine bir öykü yaratacağını anlatırken, şehri öylesine detaylı betimliyor ki, okur belki de hiç görmediği bu şehrin sokaklarında gezdiğini, gölün kenarında oturduğunu hayal edebilecek kadar şehir hakkında bilgi ediniyor, şehrin simgesi haline gelmiş kuğularla arasında bir bağ kurabiliyor. Böylece, kurgu içinde yabancı bir kentte gezintiye çıkan okur, yaşanacak tüm olayların geçtiği mekanın tam anlamıyla içine girmiş oluyor.
Başkarakter Toprak’ın yazacağı kitabın başkarakteri ise Iara olarak okurla tanıştırılıyor. Kurgu ilerledikçe, Iara da, Toprak ile birlikte kitabın ana karakteri haline geliyor. Toprak’ın gölün kenarında kuğuları seyrederken tanıştığı Iara’nın, kırgınlığı, öfkesi, artık yaşamak istememesi ve derin yeşil gözleri, Toprak’ın ilgisini çekiyor, böylece okur Luçerna’nın kuğularının da şahit olacağı Toprak ile Iara arasında başlayacak büyük aşk hikâyesine tanıklık etmeye başlıyor. Ancak, okur, kurgu ilerledikçe esas hikâyenin Iara’nın hayatından vazgeçmek isteyecek kadar acı çekmesine sebep olan karakter Rota ile arasında geçtiğini kurgu ilerledikçe fark ediyor. Dolayısıyla, roman içinde iki ayrı kurgunun varlığı, kitabın cezbeden bir özelliği olarak dikkat çekmeyi başarıyor.
Rota isimli karakterin kurguya dahil olmasıyla birlikte, okur, Iara ile Rota arasında yaşanmış aşkın merkezinde müziğin olduğunu hissetmeye başlıyor. İşte bu sayede, okur aslında kitabında temelinde yatan bir opera terimiyle tanışıyor; “kastrato”. Kadınların sahneye çıkmasının, hatta ve hatta kadın sesinin kullanılmasının yasak olduğu yıllarda, çocuk yaştaki erkekler, ergenliğe girip de sesleri çatlamadan hadım ediliyor. Ergenlik öncesi seslerini koruyarak opera sanatını icra eden sanatçılara da “kastrato sanatçısı” deniyor. Kastratoların sesleri, dakikalar içerisinde oldukça yüksek seviyelere çıkabiliyor ve kurguda yer aldığı üzere, her birinin amacı “meleklerin sesine” ulaşarak o tatmini yaşamak. İşte Iara’nın sıra dışı bir dille başkarakter Toprak’a anlattığı aşkı Rota’nın amacı da melekleri andıran sesiyle, Deliliğe Övgü ismiyle bestelediği eserini nihayete erdirmek. Kurgu boyunca da bu amacını gerçekleştirmeye giden yolda bir kastrato olarak Rota’nın yaşadıkları, tüm hayatının bu durumdan ne şekilde etkilendiği, etkilenmekten ziyade nasıl yok olduğu, bu amacı uğruna kendisinden ve bundan dolayı da aşkından neler verdiği, yaşamaktan nasıl vazgeçtiği çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriliyor.
Kurguda, kastratoların kökenine kadar inen yazar, opera tarihine ilişkin kurgunun içine yedirilmiş bilgilere yer veriyor. Farinelli, Senessino gibi ünlü kastratolar hakkında da fikir sahibi olan okur, Ayasofya’nın kilise korosundan, kastratolar yani bir nevi hadım işlemine maruz kalmış erkekler hakkında oldukça ilginç betimlemelere tanık oluyor. Müthiş bir sese ve yeteneğe sahip Iara’nın ise bir kastretta olduğu gerçeğinin ortaya çıkışıyla birlikte, anlatılan aşk hikâyesi giderek daha da sıra dışı bir hâl almaya başlıyor.
Yazacağı romanına ilham kaynağı bulmak için Luçerna’ya giden başkarakter Toprak’ın farkında olmadan içine düştüğü aşkın, bir kastrato ve kastrettanın arasındaki değişik bağ ile kesişmesinin anlatıldığı bu roman, Luçerna’daki kuğuların çığlıklarıyla hem anlam hem de dokunaklı bir son buluyor. “Luçerna çok güzeldi. Gölde yaptığım ilk gezintilerde içimde belli belirsiz bir his filizlenmeye başlamıştı. Yaşamımın son durağı sanırım burası olacaktı. Bir nevi nunc stans durumu. Latin bilgeler her zamanı tanımlamasını iyi biliyorlarmış. Zaman diye bir şey yok aslında. Her şey şimdi. Daha önce ve sonrası devrik ya da varlığı yoklukla eşit. Ebedi şimdi durumu. Zamanı hiç bitmeyen tek bir anın içinde hissetmek. Yani tanrısallık boyutu. Başlangıçtan kıyamete kadar geçen veya geçtiği sanılan her şeyi, tüm ebediyeti şimdide hissetmek. Bir yer boyutsuzluğun idraki gibi bir şey…”
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (26 Mayıs 2016)