Yüzünün sessizlikteki yeri
Anlatıcının yazdıklarını izler olmuştun. Dergilerde, gazetelerde, televizyon ve sanal medyada…
İstemesen de karşına çıkıp çıkıp duruyordu ikide bir.
Afişlerde, kitapçı vitrinlerinde…
Sana da soran oluyordu bazen: ”Doğru mu bu, her yerde olmak; yazdığının önünü geçmek?!”
“Kendisine sormalı,” demek geliyordu içinden.
Gene de susmak yerine açıklamaya çalışıyordun: “Yazdıklarınız üzerine biri çıkıp bir şeyler yazıp etmezse ne yaparsınız…” gibisinden sözlerdi çoğu…
Ama o soru soran gözlerin sitemi başlıyordu bu kez!
***
Havaalanındasın.
Kente yağmur inmiş. Hava pusarık. “Tadında Anadolu”nun insansız mekânındasın. Bir ezgi, ta 1970’lerden:
“Bilmeden gönlümü ateşe verdim
Bir sevmek bin defa ölmek demekmiş…”
İçli, ezgin…
Kulağın orada, gözlerin anlatıcının masandaki dergide yazdıklarında:
“Hep böyle yapıyorsun. Ne zaman kendine bakmaktan ödün kopsa, gözlerini uzun namlulu silahlar gibi başkalarına dikiyorsun. Onların günahlarında arınmaya, onların hatalarında kendi masumiyetine iman etmeye çalışıyorsun. Kendi içine bakacak gücüyse bir türlü bulamıyorsun.
O yüzden kırdın aynalarını kalbinin, o yüzden çektin gözünü gönlünün dehlizinden. Sana kendi karanlığını hatırlatan kalpleri, incittiğin insanları, yakıp yıkarak geri dönülmez biçimde tarumar ettiğin yolları düşünmek istemiyorsun.” (*)
Kederli zamanların diliyle konuşan anlatıcı bu kez, kendi melankolik havasında bir bakışı, bir gözlemi; gitmek/gidememek, dönmek/dönememek arası söz labirentlerinde gezindirip duruyordu.
Evet, insan “anlaşılmayınca daha çok kırılıyor…”
İşte o noktadan bakıyorsun onun anlattıklarına.
Bazen ettiği sözler yabanıl doğanın rengi, tınısı gibi gelse de; iç kırgınlığıyla, çiziklerle yazdıklarından sızanları anlamaya çalıştıkça; duruyorsun bir ânda.
Sorular sormak için değil, ondaki bir bakışı solduran zamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorsun.
Çünkü yüreği yeğinlikte bir anlatıcı o. Parçalanan bir dünyanın dilini kurup anlatmaya çalışıyor sürekli.
Bunların kendisine sağaltıcı gelip gelemeyeceğini bilemiyorsun elbette.
Ne yüzünü gördün, ne sesini işittin, ne de bir imgesi var sende.
Yalnızca yazdıkları, anlattıkları… Ve uzaktan bakan iri, hüzünlü gözleri… Sorular soran, ezgin, kırgın bakışları bir de.
Biliyorsun ki, o gibiler aynalarda görünmeyen, sızılarını ise hiç mi hiç göstermeyenlerdir.
Her daim dönüşsüz yolun yolcularıdırlar.
Yol uğraklarında
Sabahın ilk deniz otobüsüyle bir kentin kıyısından diğer kentin kıyısına varmak için yoldayım.
Güzelyalı kıyısı pus içinde. Karşıma çıkan ilk gazeteciden yazınızın olduğu dergiyi alıyorum. İskeleyi geçene kadar sabahın çiğleri yüzümü alıyor. Koltuğumda yerimi alınca sıcak bir kahve söylüyorum.
“Sarı Işıklı Evler” yazınızın olduğu sayfaya dalıyor gözlerim. Sizden okuyacağım ilk dergi yazısı! Çok mu geç kalış bu? Bilemiyorum!
Okunan ilk romanınızı, buna dair tutulan notları hatırlıyorum birden. Kendi yolunda yolcu olanların bakışlarına yansıyan her bir şey bazen okunanlara da kapı aralıyor böyle: Hatırlıyor, görüyor, buluşturuyor…. Ötesi edindiğiniz yeni yol arkadaşlıkları için mutlaka birkaç neden gerekliliğini de düşündürüyor.
Her neyse…
Yazınıza başlıyorum.
Bir romancının başka şeyler yazması iyi güzel de; asıl kendi değirmenine akıtacağı suyu başka yerlere taşımasına hep mesafeli durmuşumdur. Bunu bir gün Tahsin Yücel ile konuştuğumuzda, o müstehzi gülümseyişi, ironik bakışıyla şunları demişti:
“Eh, Feridun, papaz her zaman pilav yemez!”
Onu bilirsiniz, yazın dünyası bileşik kaplar gibidir; tek yerde durmamış, çoğul anlatıcılığı seçmiştir hep.
Şimdi okurken yazınızı, “Sarı Işıklı Ev” çok şeyi çağrıştırsa da bana; sizin yazı yolu/yolculuğunuza, hatta benlik duruşunuza dair birçok şeyi alt alta yazmama/sıralamama neden olduğunu söylemeliyim:
- Bir yer, * ev,* hatırlamak,* anıların sıcaklığı,* yaşanan zaman, * hatırlanan zaman,* unutulan zaman, * ötede bekleyen zaman, * sokağın rengi, * renkler kokular, * gidilecek yerin olması, * dönülecek yer, * sızı, * imgeler, * eve ait olma, * keder, * yabancılaşma, * saklı öfke; * bir aradalık, * kaçak göçek bakış, * bir yere tutunma isteği, * ev sarmalı, * tedirgin yolcu, * iğreti duruş, * gitmek/gidememek, *uğramak, * kalmak/kalamamak, * görünmeyenler, * aşınma, * yaşama sorgusu, * geçip gitmek, * uzaklıklar, * inanmak, * mutluluk arayışı/bakışı, *hayal kurmak…
Bir özleyiş, hatırlayış metni…
Ve daha çok şey.
Gene de sizin, belli izleklerle birlikte roman düşüncenize dair yazmanızı isterim. Ve elbette ki bir de şunu: başka bir coğrafyada, uzakta, dil yurdunun ötesinde, başka bir dilin/hayatın sesleri ve renkleri arasında yaşayıp yazmak adına sözler etmenizi isterim.
Buna ister gönüllü, ister zorunlu “sürgün” deyin; giden insanın bin bir sızısı vardır. Ve o sızılar sizi alır kanatlarına, adeta hüma kuşu gibi en yükseklere taşır. Ki, orada ne cennet vardır ne de cehennem, Araf’ı ise göstermekle yetinir.
Şimdi ben, yüzümü size, bu yazınızla dönerken son romanınıza dair seminerlerimde ettiğim sözleri düşündüm bir ânda. Örneğin, sonuncusunun bir yerinde şunları söylemiştim:
– Şu anki altı romanlık birikiminin ortak paydası; ele alınan konunun, bu eksende işlenilen en temel izleklerin anlamsal çeşitliliği ve bunları söyleyebilme/kurgulamadaki yeni yeni anlamlandırmalarıdır diyebilirim. O, meselesi olan bir anlatıcı. Bu da onun her romanında okur(un)a yeni pencereler açıyor. Romanını okunur, anlatıları merak edilir kılan yanıdır bu. Yeni romanı “Misafir”i kurgu ve anlatımda, dil örgüsü ve insan gerçekliğini yansıtma biçimi açısından özgün kılan da bu yanları. Yani kuran/söyleyen bir anlatıcı olarak yakaladığı, mesele ettiği gerçekliği işlerken; anlatıcı olarak iki önemli şeye dikkat eder: metnin anlamı, kurgunun gerçekliği. Her ikisinde de gözettiği şey salt estetik kaygı değildir.
Yazdıklarınızla arama bir çizgi çizdiğimde, imlediğim gibi; açılan bu patikada yürümeyi de sevdiğimi söylemeliyim. Belki de bir yazarın/anlatıcının sözcüklerinin ulaşabildiği yer de asıl burasıdır. Yani görünmeyen “okur” dur.
(*) “Gece, Şer ve Şimendifer”, Nermin Yıldırım; Kafa, Aralık 2018, Sayı: 52
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (25 Aralık 2018)